30 Eylül 2018 Pazar

Merkez bankaları altın topluyor

Geçen yılın ilk yarısında 178,6 ton altın toplayan merkez bankaları, 2018'in aynı döneminde rezervlerine 193,3 ton altın ekledi
Dünya Altın Konseyi'nin (WGC) Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) verilerinden derleyerek hazırladığı rapora göre, küresel merkez bankalarının sahip olduğu altın rezervleri 2018'in ilk yarısında 33 bin 763,6 tona yükseldi.

Geçen yılın ilk yarısında 178,6 ton altın alan merkez bankaları, 2018'in aynı döneminde rezervlerine 193,3 ton altın ekledi. Böylece Merkez bankalarının bu yılın ilk yarıda gerçekleştirdikleri altın alımı 2015'ten bu yana en yüksek seviyeye işaret etti.

Söz konusu alımlarda Rusya, Türkiye ve Kazakistan önemli rol oynadı. İlk yarıda toplam altın alımlarının yüzde 86'sı söz konusu 3 ülke tarafından gerçekleştirildi.

Altın alımlarında Rusya ilk sırada

Merkez bankalarının 2017 başından itibaren gerçekleştirdiği altın alım miktarında Rusya 383,3 tonla ilk sırada yer aldı. Türkiye ise 2017 başından bu yana altın rezervlerini en hızlı artıran ülkeler sıralamasında Rusya'nın ardından 125,8 tonla ikinci oldu. Listede üçüncü sıraya yerleşen Kazakistan ise, bu dönemde altın rezervlerini 68,4 ton artırdı.

AA muhabirine konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunan AA Finans Analisti İslam Memiş, WGC'nin yayınladığı rapora göre merkez bankalarının, 2018'in ilk yarısında toplam altın talebinin yüzde 10'unu oluşturduğunu kaydetti.

Merkez bankalarının altın talebini artırmasını "Finansal tedbir" olarak değerlendiren Memiş, "ABD Başkanı Donald Trump’ın tutumu küresel finans piyasalarını rahatsız ettiğinden ileride çıkabilecek sorunlar için erken tedbirler alınıyor. Diğer yandan Orta Doğu’da jeopolitik risklerin artıyor olması da altın talebinin artmasında etkili oldu." değerlendirmesinde bulundu.

Merkez bankaları dolar ve tahvile güvenmiyor

Memiş, gelecek yılın finans piyasaları için zorlu geçebileceğini, ticaret savaşları, doğal felaketler ve savaş risklerinin dünya ekonomileri üzerinde etkili olabileceğini belirterek, bu sebeple güvenilir liman olarak altın talebinin artacağını ifade etti.

Altın talebinin artması ve dolar varlıklarında bekledikleri gerilemenin altının ons fiyatında yükselişe neden olabileceğini ifade eden Memiş, önümüzdeki yılın altının ons fiyatının en çok konuşulacağı dönem olabileceğini dile getirdi.

Memiş, teknik olarak altının ons fiyatının 1.350-1.400-1.450-1.500 dolar seviyelerine kadar yükselebileceğini belirterek, "Dünya merkez bankaları, dolar ve tahvillere güvenmiyor. Fiziki altın hem ticari enstruman hem de yatırım araçları içinde en çok kazandıran olmaya devam edebilir. Altının ons fiyatında yaşanan düşüşler hem yatırımcısına hem de merkez bankalarına iyi bir alım fırsatı verdiğini düşünüyorum." değerlendirmesinde bulundu.

Altın enflasyondan korunma aracı

GCM Araştırma Uzmanı Enver Erkan da, merkez bankalarının bilançolarını uzun vadeli stratejiler çerçevesinde oluşturduklarını kaydetti.

Bu nedenle merkez bankalarının portföy çeşitlendirmesi yaptığını ifade eden Erkan, altının stratejik bir rezerv aracı olduğunu ve piyasalardaki instabilite zamanlarında bir enflasyondan korunma aracı olarak değerlendirilebileceğini söyledi.

Erkan, fiziksel talep unsuru ile merkez bankalarının uzun vadeli bilanço çeşitlendirme stratejileri kapsamında yaptıkları altın alımını veya altın rezervlerini artırma durumu arasında bir ilişki kurmak ve buradan "fiziksel talep artıyor, altın fiyatları çıkacak" şeklinde bir çıkarım yapmanın çok doğru olmadığını dile getirdi.

29 Eylül 2018 Cumartesi

Ali Koç: Tünelin sonunda ışık var - 24.09.2018

Koç Holding Başkanvekili Ali Koç, Türkiye’nin dünyada yaşanan ekonomik sorunların da etkisi ile bir iniş yaşadığını ancak kriz var diyecek bir durum olmadığını söyledi. Koç, “Her anlamda baktığınızda geleceğe dair tünelin sonunda ışık var” dedi.

Koç Holding Başkanvekili ve Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç, ekonomi gündemiyle ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Ekonomide yaşanan inişe rağmen krizden söz edilemeyeceğini belirten Ali Koç, "Tünelin ucunda ışık var" dedi. Ali Koç'un açıklamaları Hürriyet'te Jale Özgentürk'ün haberinde yer aldı. İşte o haber:

Hannover’de dünya ticari araç üreticilerinin heyecanla beklediği “Uluslararası Ticari Araç ve Yan Sanayileri Fuarı’nın bu yıl ki konukları arasında Koç Grubu’nun Şeref Başkanı Rahmi Koç ve Koç Holding Başkanvekili ve Ford Otosan Yönetim Kurulu Başkanı Ali Koç vardı. Koç Grubu’nun üst düzey temsilinin nedeni ise grubun yeni ihracat silahı olarak yorumladığı çekicisi F Max’in “Yılın en iyi kamyonu” seçilmesi nedeniyle düzenlenen ödül töreniydi.

Fenerbahçe Başkanı olduktan sonra ekonomi konusunda çok fazla görüş açıklamayan Ali Koç’a son gelişmeleri de sorma fırsatımız oldu. Gazetecilerin bu konudaki sorusuna önce “Ben Fenerbahçe ekonomisiyle yatıp kalkıyorum. Bizim işletme sermaye ihtiyacımız da dövizin artışıyla milyonlarca dolar arttı” esprisiyle yanıt veren Koç, sonrasında ise ekonomiye ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Koç’a göre yaşanan sorunlar sadece Türkiye’ye özgü değil. Türkiye’nin de nisan ayından itibaren etkilenmeye başladığını belirten Koç, şu yorumu yaptı: “Bu dönemde hem gelişmekte olan ülkelerle ilgili risk iştahı azaldı hem de Türkiye’ye has durumlar ortaya çıktı. Seçim ortamının olması, başta Suriye olmak üzere yakın coğrafyamızdaki jeopolitik konular, Türkiye ile ilgili risk algısını bir nebze daha fazla artırdı.”

MERKEZ REFLEKSTE GECİKTİ

Buna rağmen yılın ilk yarısında büyüme oranlarının hatırı sayılır seviyede olduğuna işaret eden Koç, şunları söyledi: “Bence gerek Merkez Bankası, gerek ekonomi yönetimi olsun nisandan sonra beklenen tepki ve refleksleri veremedi veya vermekte bir nebze geç kaldı. Temmuz ve ağustosta kurların yükselmesiyle endişelerimiz normale göre çok arttı. Kurlar, enflasyonu da etkiledi. ancak Türkiye’de şu anda ekonomik kriz var diyecek bir durum olmayabilir. Geldiğimiz noktada, Türk özel sektörünün içinde bulunduğu borç yapılanması açısından, bunun ne kadarı döviz ne kadarı TL, ne kadarı uzun ne kadarı kısa vadeli diye baktığımızda endişelenmemek mümkün değil. Kamu borçlanması açısından iyi konumdayız. Her şeye rağmen bankacılık sektörünün de şu an için sağlam olduğunu düşünürsek, doğru ekonomik koordinasyonu sağlayıp, doğru hamleleri yaparsak içinde bulunduğumuz durumdan minimum tahribatla en kısa zamanda çıkabilecek yeteneğe sahip olduğumuzu düşünüyorum.”

YÖNETENLER FARKINDA

Türkiye’nin bir iniş dönemi yaşadığını da sözlerine ekleyen Ali Koç’un görüşlerinden başlıklar şöyle:

- Dönem dönem inişler vardır, bunlardan birini yaşıyoruz. Önemli olan sıkıntılı dönemdeki süreci minimum tahribatla en kısa sürede atlatabilmek. Bunu da atlatabilecek cephanelik ve şartlara sahip olduğumuzu düşünüyorum. Bizi yönetenlerin durumun farkında olduğunu, önlemleri alacağını ve hep beraber bu işin içinden en kısa sürede çıkılacağını düşünüyorum.

- Türkiye’nin büyüme hedeflerini tutturması için finansmana ve kaynağa ihtiyacı var. Tasarruf oranlarımız düşük olduğu için bu kaynak ne yazık ki ülkemizde yok. Yurtdışı kaynaklara bağımlıyız. O yüzden de Türkiye’nin şu an yatırım yapma konusunda güvenilir bir ülke imajı vermesi gerekiyor. Bunu da iki türlü yapabiliyorsunuz. Bir tarafta ekonomik şart ve politikalar, öngörülebilirlik, regülasyon kurumlarının ve yargının iyi çalışması var, diğer tarafta da uluslararası ilişkiler...

- Türkiye yurtdışından gelecek yatırımcıya çok büyük potansiyel ve fırsat sunan bir ülke. Her anlamda baktığınızda geleceğe dair tünelin sonunda ışık var. Türkiye’nin büyüme potansiyeli var. Ancak şu an bence büyümeden çok dengeleme üzerine odaklanmamız lazım. Bunu da yapabilecek beceri ve kabiliyete sahibiz.

KOÇ OLARAK İYİYİZ AMA AYNI GEMİDEYİZ

KOÇ Grubu olarak Türkiye’nin potansiyeline inandıklarını ve uzun vadeli yatırımlar yaptıklarını söyleyen Koç, şunları söyledi: “Son 3 yıldır otomotiv sektöründe rekor üstüne rekor kırıyoruz. Biz grup olarak iyi durumdayız ama bizim iyi olmamız yeterli değil. Sonuçta bizim yatırımlarımızın ve kazancımız çoğu ülkemizde. Dolayısıyla hepimiz aynı gemideyiz. Tabii ki kurdan dolayı etkileniyoruz ama bilanço ve borçlanma seviyelerimiz daha sağlıklı olduğu için diğer şirketlere göre bu etki nispeten daha az oluyor. Mayıs ayında bir milyar dolar sermaye koyduk bankamıza. Ülkemize olan inancımızın bir göstergesi bu.”

Çinliler Türk şirketlerinde yatırımcı olabilir

Çinli büyük şirketler TL'deki değer kaybının ardından enerji, sigorta ve perakendede yatırım fırsatı arıyor
ABD ile ticaret savaşıyla karşı karşıya olan Çin, Türkiye ile ekonomik ilişkilerini güçlendirme yolunda ilerlerken, kaynaklar Çin'in en büyük şirketlerinin de bulunduğu yatırımcı gruplarının, TL'deki sert
değer kaybıyla ucuz konuma geçen Türk şirketlerinde yatırım olanakları için Ağustos'tan itibaren beklenmedik bir yoğunlukla görüşmelere başladığını belirtiyorlar.
Kaynaklar Çin'den gelen grupların toplantılarını uluslararası yatırım bankalarının organize söylüyorlar.
Yatırımcı toplantıları hakkında bilgi sahibi dört kaynağın Reuters'a verdiği bilgiye göre Çinli şirketlerin ilgilendiği sektörler arasında altyapı, madencilik ve enerjinin yanı sıra sigorta ve perakende gibi daha önceden hiç ilgilenmedikleri sektörler de bulunuyor.
Kaynaklar Çin'in ABD ile içerisinde olduğu ticaret savaşı nedeniyle alternatif yatırım imkanları arayışında olduğunu, bu alternatiflerden birinin de Kuşak ve Yol projesinde yer alan Türkiye'de yatırımlarını canlandırmak olabileceğini belirtiyorlar.
Üç kaynağın verdiği bilgiye göre toplantılara katılan Çinli şirketler arasında ülkenin lokomotif şirketlerinden China Life Insurance, China Merchants Holdings ve Alibaba gibi isimler bulunuyor.
Reuters'ın sorularına Alibaba geleceğe yönelik yatırım planları hakkındaki bilgi veremeyeceği cevabını verdi. China Life Insurance sorulara cevap vermedi. China Merchants'a ulaşılamadı.
Görüşmeler hakkında bilgi sahibi bir kaynak, "Çinli şirketlerin ziyaretleri TL'deki değer kaybının bu yıl doruk noktaya ulaştığı Ağustos ortasında başladı" dedi. İkinci bir kaynak ise, "Hızlı toplantılar turu oldu. Türkiye'nin Avrupa'daki konumuna da bakıyorlar... Özellikle Alibaba'nın ilgisi Amazon'un Türkiye girmesinden sonra daha da arttı" dedi.
Yüksek enflasyon ve cari açık gibi bozulan makro dengeler, şirketlerin artan döviz borcu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın faiz karşıtı söylemlerine bağlı olarak TCMB'nin para politikasının bağımsızlığına yönelik soru işaretleri gibi unsurların yanı sıra ABD ile ilişkiler kaynaklı siyasi ve
bölgedeki jeopolitik riskler dolar/TL'nin Ağustos ayında 7.24 ile tarihi rekorunu görmesine neden oldu.
Bu seviye ile TL'nin dolar karşısındaki değer kaybı da yılbaşına göre yüzde 47.5 oldu. TCMB'nin 13 Eylül'deki para politikası toplantısında politika faizini 625 baz puan artırması ardından ise kayıplar bir miktar azalarak bugün itibariyle yüzde 37 civarında bulunuyor.
Çinli şirketlerin ABD'li yatırım bankalarının ayarladığı toplantılarda büyük grup ve holdinglerle görüştüklerini ifade eden bir kaynak, "Sadece bir haftada dört Çinli grup ile görüştük. Morgan Stanley, JP Morgan, Goldman Sachs gibi büyük yatırım bankalarının düzenlediği organizasyonlarla Türkiye'de
20'den fazla görüşmeler yaptılar. Hemen hemen her şeye bakıyorlar" dedi.
Türkiye'deki şirketler, TL'nin bu yıl hızlanarak yıl başından bu yana ardından kağıt üzerinde eskisine kıyasla daha ucuz görünüyorlar.
Ekonomide öngörülen yavaşlama ve buna bağlı olarak talepte öngörülen azalma şirketlerin değerlemeleri üzerinde baskı oluştursa da Türk varlıkların ucuzlaması yabancı yatırımcıda ilgi uyandırıyor.
Kaynaklar Çin tarafı için Türkiye'nin diğer bir çekiciliğinin de yatırımları çeşitlendirmek olduğunu
belirtiyorlar. Donald Trump'ın geçen yıl ABD Başkanı olmasının ardından ülkesinin dış ticaret açığı verdiği Çin başta olmak üzere birçok ülkeden ithal ürünlere ek gümrük vergisi getirdi.
ABD Çin'den ithal ettiği ürünlerin yarısından fazlasına ek vergi getirmiş durumda.
Kaynaklar ABD'nin geçmiş yıllardaki ticaret politikasından ayrılması üzerine Çin'in yatırım yaptığı yerleri çeşitlendirmek isteyebileceğine dikkat çekiyorlar.
   
YENİ ALANLAR

Çinli şirketler ilk olarak Çin devletinin Kuşak ve Yol adı verdiği yabancı ülkelerle işbirliği inisiyatifi kapsamında Türkiye'ye ilgilerini artırdı.
Çin devletinin bu inisiyatife ağırlık verdiği 2015 yılından bu yana çeşitli Çinli şirketler Türkiye'de altyapı, madencilik ve bankacılık gibi stratejik olarak gördüğü alanlarda satın alma için inceleme yapıyorlar veya satın alma da yapmış durumdalar.  Ancak kaynaklar geçen aydan bu yana süregelen görüşmelerde Çinli şirketlerin yeni alanlara da baktıklarını ifade ediyorlar.
Üçüncü bir kaynak geçtiğimiz günlerde bazı Çinli yatırımcılarla görüştüklerini belirterek, "Ancak henüz bitmiş bir işlem yok... Çin kaynaklı çeşitli enerji şirketleri yerel partnerler ile beraber finansal borcunu servis etmekte zorlanan enerji üretim santralleri ile ilgileniyorlar" dedi.
Aynı kaynak, madencilik tarafında da Çinli şirketlerin arayışlarının mevcut olduğunu işaret ederek, adını vermediği bir şirket ile görüşmelerin belirli bir seviyeye geldiğini söyledi.
Türkiye'de mali açıdan zor durumda olan sektörlerin baş sıralarında enerji yer alıyor. Girdi maliyetleri dövize endeksli olan ve yatırımlar için döviz cinsi kredi kullanan enerji şirketleri TL cinsi gelirlerle borçlarını servis etmekte zorlanıyorlar.
Türkiye'ye yatırım yapan Çinli şirketlerin açıklamaları Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafyaya açılma kapısı olarak gördüklerine de işaret ediyor.
Alibaba Trendyol'a yatırım yaptığı açıklamasında, "Türkiye önemli ve heyecan verici bir pazar... Trendyol ile Türkiye ve bölgede e-ticaret ve dijital ödeme alanlarında önemli fırsatlar yaratacağız" demişti.     

BELİRLİ BÜYÜKLÜĞÜN ÜZERİNDE FİRMALARA İLGİ

Kaynaklardan ikisi ise Çinli şirketlerin sadece belirli bir büyüklüğün üzerindeki firmalara ilgi duyduklarını ifade etti, ancak hangi ölçekte yatırımlarla ilgilendiğini belirtmedi.
Çin'den gelen açıklanmış büyük boyutlu pek fazla yatırım bulunmuyor. Son olarak Çinli e-perakende şirketi Alibaba Haziran ayında Trendyol'u satın aldı. Geçen yıllarda ise Çinli şirketlerin yatırımları arasında ZTE'nin Netaş'ta, COSCO ve CIC Capital'in Kumport'ta, ICBC ise Tekstilbank'ta yaptığı alımlar bulunuyor. Bank of China ise geçen yıldan bu yana Türkiye'de faaliyet gösteriyor.


Fed kararı sonrası gelişen ülkeleri ne bekliyor

Fed faizi artırıp, genişlemeci para politikası dönemini sonlandırdı. Fed'in bu kararı sonrası Türkiye gibi gelişen ülkeleri ne bekliyor
ABD Merkez Bankası Fed'in Açık Piyasa İşlemleri Komitesi (FOMC) faizi 0,25 puan artırma kararı aldı.

Bu karar öncesinde piyasada Fed'in faiz artırımı yapacağına ilişkin beklentiler yüzde 100 düzeyine çıkmıştı.

Fed, bu kararıyla bir kez daha Merkez Bankası'nın sürprize yer vermeden karar alarak beklenti yönetimini olumlu yönde kullanması gereğinin dersini vermiş oldu.

Özellikle ABD Başkanı Donald Trump'ın Fed karşıtı bazı açıklamalarının yarattığı tereddütler de bu yolla aşılmış oldu.

Gelinen aşamada ABD ekonomisi ve Fed hedefleri açısından durum şöyle görünüyor:

Faiz 1,75 - 2,00 aralığından 2,00 - 2,25 aralığına yükselmiş oldu.

Yılsonuna kadar bir kez daha faiz artırımı yapılması neredeyse kesinleşmiş görünüyor.

Enflasyon, ulaştığı yüzde 2,1 oranıyla, uzun vadeli hedefin (yüzde 2,0) üzerine çıkmış bulunuyor.

ABD ekonomisi büyüme oranında yüzde 2,5 düzeyini aşarak potansiyel büyüme oranını geçmiş görünüyor.

İstihdam ciddi toparlanma sergiliyor, işsizlik eldeki son veriye göre yüzde 3,9 oranına gerilemiş bulunuyor. Bu oran, ABD için doğal işsizlik oranı olarak kabul edilen düzey olan yüzde 4 oranının altındaki bir düzeye işaret ediyor.

ABD ekonomisinin geleceğine ilişkin tahminler ve faiz artırımları
Fed Açık Piyasa İşlemleri Komitesi üyelerinin ekonomik göstergelere ve gelişmelere ilişkin ortalama tahminleri de şöyle açıklandı (parantez içindeki oranlar üyelerin önceki ortalama tahminlerini gösteriyor.)

Fed'in bilanço küçültme operasyonu planlandığı gibi devam ediyor.



Görüleceği gibi Fed Açık Piyasa İşlemleri Komitesi üyelerinin tahminleri ABD ekonomisinin artık krizden uzaklaştığını ortaya koyuyor.

2018 yılı için büyüme beklentisi (yüzde 3,1) potansiyel büyüme oranının da üstünde bulunuyor.

İşsizlik oranının önümüzdeki iki yılda yüzde 3,5 oranında kalması bu iki yılda ABD ekonomisinde işsizlik oranının doğal işsizlik oranının bile altında kalacağı beklentisini ifade ediyor ki bu da istihdam açısından çok güçlü bir gelişme beklentisini ortaya koyuyor.

Enflasyonun beklentinin üzerine çıkma olasılığı da tahminler içinde.

Dolayısıyla bu görünüm faiz artırımlarının enflasyonist baskıyı engellemeye yönelecek şekilde ayarlanacağını gösteriyor.

Bu çerçevede üyelerin 2018 yılının kalan bölümü için bir kez daha faiz artırımı öngörmeleri normal kabul edilmeli.

Üyelerin çoğu, 2019 yılı için de 3 kez faiz artırımı yapılması gerektiği görüşündeler.

Bir yandan bu yıl için bir kez daha ve gelecek yıl için üç kez faiz artırımı konusunun üyelerce öngörülmesi, bir yandan da bilanço küçültme operasyonuna artan miktarlarda devam edilmesi piyasalarda likidite sıkılaşmasının artmasına yol açacak.

Parasal Sıkılaştırma Yaygınlaşıyor

Fed, 2013 yılı ilkbaharında o zamanki Başkan Ben Bernanke'nin açıkladığı plana uygun olarak yoluna devam ediyor.

Bir yandan dağıttığı paraları geri çekiyor, bir yandan da faizi artırarak para politikasını sıkılaştırıyor.

Plana uygun olarak 2017 yılının son 3 ayında piyasadan toplam 30 milyar dolar çekildi.

2018 yılında 420, 2019 ve 2020 yıllarında 600'er, 2021 yılında da 400 milyar dolar daha çekilecek.

Böylece Fed, bilançosunu, küresel kriz sonrasında ulaştığı 4,5 trilyon dolar düzeyinden 2,5 trilyon dolar dolayına düşürmüş olacak.

Bernanke, 2013 yılının ilkbaharında likidite bolluğunun sonunun yakında geleceğini açıkladığında bu konuyu ciddiye alarak uzun vadeli önlemlere girişen ekonomiler bugün daha rahat konumdalar.

Türkiye, kırılgan beşli arasında kabul edildiği halde, bu konuda faiz artırımı gibi kısa vadeli önlemlerle yetinip daha köklü önlemler almayan ekonomilerin başındaydı.

O nedenle de son üç yıldır en fazla değer yitiren para TL oldu.

Fed'in piyasalara dağıttığı dolarları geri çekmesinin yarattığı likidite daralmasının yanı sıra faizi de artırması dünyadaki fonların ABD'ye yönlenmesine yol açıyor.

Kriz sırasında ABD ekonomisinde risk yüksek faiz düşüktü ve fonları yönetenler bu fonları riski yüksek faizi de yüksek ekonomilere yöneltmeyi tercih ediyorlardı.

Geldiğimiz aşamada ABD ekonomisinde riskler düştü, faizler de yükselmeye devam ediyor.

Bu durumda fon yöneticilerinin yönettikleri fonları yatırmak için ABD ekonomisini tercih etmeleri doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.

Dış finansman ihtiyacı olan ekonomilerin durumu

Asıl sıkıntı, likidite daralmasının daha da artacağı 2019 ve 2020 yıllarında çıkacak.

Çünkü Fed'in sıkı para politikasına Avrupa Merkez Bankası'nın da (ECB) eşlik edeceği döneme doğru ilerliyoruz.

Fed'in bir yandan faiz artırarak bir yandan da piyasadaki parayı çekerek yaptığı sıkılaştırmaya karşın ECB, İngiltere Merkez bankası (BoE) ve Japonya Merkez Bankası'nın (BoJ) faiz artırmadan piyasaya para sürmeye devam etmeleri dış finansmana ihtiyacı olan gelişme yolundaki ülkelerin iyice daralmasına engel oluyordu.

ECB, önceki toplantısında önce parasal genişlemeyi azaltma sonra da durdurma kararı aldı.

ECB, uyguladığı parasal genişleme programı çerçevesinde piyasaya ayda 30 milyar euro veriyor.

Açıklamaya göre bu programa Eylül ayı sonuna kadar devam edecek, Ekim, Kasım ve Aralık aylarında bu miktar aylık 15 milyar euroya düşürülecek ve yılsonunda parasal genişleme programı sonlandırılacak.

ECB yetkilileri, bu paraları nasıl geri çekeceklerini yani parasal sıkılaştırmaya ne zaman ve hangi boyutta başlayacaklarını henüz açıklamadılar.

Bu açıklamanın yapılmasıyla birlikte Fed'in yarattığı daralmaya ek olarak ECB'nin yaratacağı daralma da başlayacak.

Dolayısıyla dış finansman ihtiyacı büyük olan ekonomiler açısından asıl sıkıntının ortaya çıkacağı 2019 ve 2020 yılları çok daha kritik bir dönem olacak.

(BBC)


THY ihracata uçuyor

2008'den beri zirvede olduğu Fortune 500 Türkiye sıralamasındaki liderliği bu yıl da bırakmayan THY, 8 milyar 50 milyon dolarlık hizmet ihracatı ile Türkiye’ye en fazla döviz kazandıran şirket oldu
Son 10 yılda yakaladığı yükseliş ile dünyanın en iyi havayolu şirketleri arasında yerini alan ve 122 ülkede uçtuğu 304 nokta ile yolcularına rakipsiz bir uçuş ağı sunan bayrak taşıyıcı, 2008 yılından beri zirvede olduğu Fortune 500 Türkiye sıralamasında bu yıl da Türkiye’nin ihracat şampiyonu oldu. THY, 8 milyar 50 milyon dolarlık hizmet ihracatı ile Türkiye’ye en fazla döviz kazandıran şirket oldu.

Türk Hava Yolları Genel Müdür (Mali) Yardımcısı Murat Şeker konu ile ilgili yaptığı açıklamada; “Yolcularımıza, Türk misafirperverliği ile sunduğumuz ayrıcalıklı uçuş deneyimi ve hedeflerimize yönelik attığımız adımlar sayesinde küresel sivil havacılık pazarındaki payımız gün geçtikçe artmaktadır. Markamız ürettiği değerler ile bugün, Türkiye’nin gelişimi, ihracatı ve marka bilinirliği açısından çok önemli bir yerde durmaktadır. Çalışmalarımızın böyle değerli ödüllere lâyık görülmesi, yeni hedeflerimize uçmaya hazırlanırken bizlere cesaret vermektedir. İstanbul Yeni Havalimanı ile birlikte daha büyük hayalleri gerçeğe dönüştüreceğiz.” dedi.


Rusya Merkez Bankası kamyonlarla dolar taşıyor

Rusya ABD'nin yeni yaptırımlarına karşı önlem hazırlığında
Novıye İzvestiya gazetesinin finans uzmanı Andrey Nalgin'in kişisel blogunda çıkan bir yazıya dayandırdığı habere göre, Merkez Bankası olası bir yaptırım kararı durumunda ülkede nakit döviz sıkıntısı yaşanmaması için kamyonlarla Moskova'ya dolar taşıyor.

Yazıya göre, son üç yılda Merkez Bankası'nın rezervlerinde biriken nakit dolar miktarı 30 milyar dolar civarında. Bankaların kasalarında tutulan nakit miktar ise 14 milyar dolar.

Meraklıları, 30 milyar dolar nakit paranın 208 ton geleceğini, 108 kamyonla taşınabildiğini hesapladı.

Uzmanlar tüm bu önlemlerin Senato'dan yeni yaptırım kararları çıkması olasılığına karşı alındığında hemfikir.

Cumartesi günü bir etkinlikte söz alan Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Sergey Şvetsov da nakit sıkıntısı yaşanmaması için tedbir aldıklarını doğruladı.

(Turkrus)

TL'deki değer kaybı Alibaba'nın iştahını kabarttı

E-ticaret devi Alibaba'nın yanı sıra bir çok Çinli yatırımcı TL'nin ucuzlamasıyla birlikte satın almalar peşinde.

Çin merkezli online alışveriş devi Alibaba, Türk Lirası'nda değer kaybı nedeniyle yerel varlıkların ucuzlamasını fırsata çevirmek istiyor.

Euronews'un haberine göre, Temmuz ayında Türkiye'den Trendyol firmasının çoğunluk hisselerini satın alan şirketin yanı sıra birçok Çinli yatırımcı, Türk piyasasında kur nedeniyle cazip hale gelen satın alımlar peşinde.

Çinli dev firmaların ABD'li yatırım bankaları aracılığıyla ağustos ayı ortalarından itibaren görüşmeler yaptığını belirtiliyor.

Alibaba'nın haricinde China Merchants Group ve China Life Insurance firmalarının da aralarında bulunduğu 4 Çinli holdingin, satış anlaşmaları için en az 20 görüşmede bulundukları ileri sürüldü.

Piyasa değeri en yüksek şirketler

http://www.finansgundem.com/foto-galeri/acik-ara-ondeler-galeri/1346957

25 Eylül 2018 Salı

Johns Hopkins Üniversitesi Prof. Steve Hanke'den Türkiye ekonomisi için çözüm önerileri

Johns Hopkins Üniversitesi'nden Prof. Steve Hanke, Türkiye ekonomisinin kurtuluşu için çözüm yolları üretti.

Ekonomistler Türkiye'nin Orta Vadeli Ekonomik Programı'nı yeterli bulmadı. Peki Türk Lirası'ndaki değer kaybını tersine çevirmek için ne yapılmalı? Johns Hopkins Üniversitesi'nen Prof. Steve Hanke'ya göre çözüm "Para Kurulu" oluşturmak. Hanke IMF seçeneği içinse "IMF'in tarihi başarısızlıkla dolu. Kriz Türkiye kaynaklı, çözüm de içerden gelmeli" diyor.

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak Türkiye’nin Orta Vadeli Ekonomik Programını açıkladı. Programın ana teması “Dengelenme, Disiplin ve Değişim”. Orta vadeli ekonomik programda büyüme tahmini aşağı çekildi. 2018 yılı için enflasyon yüzde 20.9 olarak öngörülüyor. Siz yeni ekonomik programı nasıl buldunuz? Türk lirasını yeniden güçlendirmek ve yatırımcıya güven aşılamak için yeterli mi yoksa hayalkırıklığı mı?

Steve Hanke: Ekonomik büyüme tahminin aşağı çekilmiş olması açısından programın o kısmını gerçekçi buluyorum. Enflasyon tahmini konusunda görüşüm farklı. Ben enflasyon tahmininde bulunmuyorum, enflasyonu sağlam verilerle doğru bir şekilde ölçüyorum. Şu anda Türkiye’nin yıllık enflasyon oranı yüzde 88. Yani resmi olarak ölçülen ve açıklanan orandan çok daha yüksek. Sorun da aslında burada başlıyor. Oranları yanlış hesaplar ve kendi rakamlarınızla bu işe bakarsanız, atacağınız bütün adımlar yanlış olacaktır. O nedenle orta vadeli ekonomik plandaki en büyük sorun enflasyon tahmini. Planın içeriğinde programla yapacaklarını iddia ettikleri şeyi yapacak, yani ekonomide disiplini sağlayacak bir adım yok. Türk ekonomisini merkez bankası olduğu sürece disipline sokamazsınız. Çünkü merkez bankası hükümeti finanse eder. Ekonomide disiplini sağlayacak olan, sisteme sıkı bütçe sınırlamaları getirmek ki bu şekilde para politikasından sorumlu otoritenin hükümete kredi vermemesi sağlanabilsin. Bunu sağlayacak olan para kurulu sistemidir.

Para Kurulu nasıl bir sistem? Ne gibi bir faydası olacak?

Ben bunu Türkiye’de Türkçe olarak da yayımlanan kitabımda yazdım. Para kurulu oluşturduğunuz zaman Türk lirası sabit kurda “altın standardı” olarak nitelenen birimle yani altınla işlem görecek. Ben hem siyaseten hem de ekonomik olarak Türkiye için çözümün liranın değerinin altının değerine bağlanması olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türk lirasının performansı hoşunuza gitmiyorsa, bu sistemde Türk lirası altın karşısında işlem görüyor. Bu sistemde ekonomi hemen istikarar kazanmaya başlar. Bu sistem devreye sokulduğunda mali açık hızla düşer, enflasyon da neredeyse sıfırı görür. Cumhurbaşkanı Erdoğan düşük faiz oranlarına aşık. İşte söz ettiğim bu sistem Erdoğan’ın istediği gibi düşük faiz oranlarını getirebilecek sihirli bir formül. Bu sistem düşük faiz oranı, büyük büyüme rakamları ve doğrudan yabancı yatırımın Türkiye’ye yeniden gelmesi demek. Çünkü bu sisteme herkes güven duymaya başlayacak. Kimse merkez bankasının bir şeyleri mahvedeceği endişesini taşımayacak, ki çoğu zaman öyle oluyor. Türkiye’nin tarihine baktığınızda en büyük sorunlardan birinin merkez bankası ve onun uyguladığı yumuşak bütçe sınırlamalarının olduğunu görürsünüz.

Peki bu sistemin dezavantajı yok mu? Hükümetler neden bu sistemi tercih etmiyor?

Steve Hanke: Siyasetçiler bu sistemi sevmiyor çünkü hükümeti sürekli finanse eden, aşırı para harcayan bir merkez bankası varken, ellerini kollarını bağlamak, deli gömleğini giymek istemiyorlar. Altına dayalı bu sistem sıkı bütçe denetimini beraberinde getiriyor. Hükümet bu sistemde merkez bankasına koşup kredi isteyemiyor. Siyasetçilerin bu sisteme sıcak bakmamalarının sebebi sistemin bu deli gömleğini giydirip zorla sıkı bütçe denetimini getiriyor olması. Eğer birisi akli dengesi yerinde değil gibi hareket ediyorsa, ne yaparsınız? Başkalarına zarar vermesin diye deli gömleği giydirirsiniz. 1994’te ne oldu? Tüek lirası neredeyse silindi. 2001’de de aynı şey oldu. 2018’de henüz silinmedi ama her geçen gün küçülüyor. O nedenle para kurulu sisteminde lira krizleri yaşamazsınız. Açık düşer, borç azalır. Faiz oranı ve enflasyon düşer, büyüme artar. Bu sistem şimdiye kadar 70 kez uygulandı ve her seferinde de başarılı oldu. Çünkü her seferinde mali disiplin sağlandı. Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak da bunu istediğini söylüyor. Türkiye’nin ne istediğini görmek için orta vadeli ekonomik programa bakmaya gerek yok. Erdoğan düşük faiz diyor. Evet, doğru sistem kullanılırsa doğru. Peki neden altını öneriyorum? Euro’ya dayalı bir sistem de seçebilirsiniz. Türk lirası o zaman Euro karşısında sabit kurda işlem görür. Altını öneriyorum çünkü siyasi bir boyutu yok. Belirli bir devlet basmıyor. Dolar ve Euro’yu devletler basıyor.

Bu sistem başka nerelerde uygulandı ve sonuçları ne oldu?

Bu sistemi Türkiye’nin komşularından biri olan Bulgaristan’da uyguladık. 1997’de Bulgaristan Devlet Başkanı Stoyanov’un danışmanıydım. O dönem aylık enflasyon oranı, bakın aylık diyorum yüzde 242’ydi. 1997 Temmuz ayında para kurulu sistemine geçildi ve 30 gün içinde enflasyon düştü, faiz oranları da 3 haneli sayılardan tek haneye indi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Bulgaristan vakasını incelemeli. 20 yıldır uygulanıyor ve Bulgaristan’da hangi hükümet başa gelirsin gelsin sıkı bir bütçe denetimi olduğu için mali açık hep düşük oluyor.

“Kriz zamanı ‘Korkunç hata yaptım’ diyen siyasetçi görmedim”

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve diğer hükümet yetkilileri “Türkiye’de ekonomik kriz yok, ekonomik manipülasyon var” diyor ve durumu ekonomik darbe olarak niteliyor. Sizin görüşünüz nedir?

Kriz olduğunda verilen tipik bir tepki. Siyasetçiler kriz olduğunda hep başkalarını ya da dışarda birilerini suçlar. Kendilerinin sorumlu olmadığını ima ederler. Standart prosedür böyledir. Türkiye’de ya da başka bir ülkede bu gibi durumlarda liderin çıkıp da “Korkunç bir hata yaptım” dediği bir vaka hatırlamıyorum. Bu krizde pek çok faktör var. Türk lirası kazanıp dövüz borçlananlar oldu. Bir de küçük boyutlu yaptırımlar eklendi. Amerika ile pek çok konuda yaşanan sorunlar. Buna bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın merkez bankası üzerindeki etkisini ekleyin. Bana sorarsanız asıl darbe buydu. Evet seçimle başa geldi, Cumhurbaşkanı oldu, yetkili o. Bence bu en etkili iç faktör oldu krizde. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın para ve bankacılık konusunda iddialı görüşleri var. Erdoğan yüksek faiz oranlarının enflasyona yol açtığını düşünüyor. O nedenle de düşük faiz oranlarının düşük enflasyon getireceğini düşünüyor. Ama kurduğu bu sebep sonuç ilişkisi yanlış. Faiz oranının düşük olmasını istiyorsanız, istikrarlı bir para biriminiz olacak ve herkesin güvenebileceği bir para otoriteniz olacak. Bu otorite de para kurulu olacak. Burada sebep sonuç ilişkisi enflasyondan faiz oranına gidiyor. Yani enflasyon faiz oranını belirliyor, faiz oranı enflasyonu değil.

Merkez Bankası geçtiğimiz günlerde faiz oranını yükseltti ama bu artış pek yeterli görülmedi. Siz ne dersiniz?

Steve Hanke: Türkiye konusunda ben gerçekçi düşünüyorum. Mevcut sistemde Türk siyasetçilerin merkez bankasının üzerinden ellerini çekmelerinin imkanı yok. Tarih bunu gösteriyor. 1970’lere bakalım. Yıllık ortalama enflasyon yüzde 22. 1980’lerde yüzde 50. 1990’larda yüzde 76. Ve bugünkü veriler. Butün bunlar merkez bankasının iyi bir performans sergilemediğinin işlevini yerine getiremediğinin göstergesi. Neden? Çünkü siyasetçiler sisteme müdahal oluyor. O nedenle lirayı bu siyasi manipülasyolardan kurtarmak gerek.

Türkiye ve Amerika arasındaki pürüzlerden biri de Halkbank’a olası ceza. Eğer ceza gelirse bunun Türk ekonomisine nasıl bir etkisi olur?

Bu gelecek cezanın ne kadar ağır ve büyük olacağına bağlı. Ben Türk ekonomisinde çok büyük etkisi olabileceğini sanmıyorum. Çünkü bu tür şeyler bekleniyor. Yani zaten Türk bankacılık sistemi içinde böyle bir beklenti var. Bunun hesapları yapılmıştır. Artık içselleştirilmiş oluyor. Çok büyük bir dalga etkisi yaratacağını sanmıyorum.

“IMF yangını nasıl söndüreceğini bilmiyor”

IMF seçeneği gündeme getiriliyor. Ekonomistler son dönemde iki ülkeye odaklanıyor. Biri Arjantin diğeri de Türkiye. Arjantin IMF’yi seçti. Türkiye sıcak bakmıyor. Bazı ekonomistler tek seçeneğin IMF olduğunu savunuyor. Sizin görüşünüz nedir?

Türkiye özeline girmeden önce şunu söylemek gerek. IMF’nin tarihi başarısızlıkla dolu. Programları işe yaramıyor. Son 60 yıl içinde Arjantin 20 kez IMF’ye başvurdu. Bu IMF programlarının hiçbiri işe yaramadı. Şimdi Arjantin 21. Program için IMF’den yine yardım istedi. Daha şimdiden tökezliyor. IMF’in Arjantin için 50 milyar dolarlık bir programı var. İlk aşamada 3 milyar dolarını serbest bırakacaktı. Ama geçen hafta koşullar sağlanana kadar göndermeyeceğiz dediler. IMF verdiği sözü tutmadı. Bunun üzerine Arjantin’de piyasalarda düşüş yaşandı, para birimi yine yüzde 7 değer kaybetti. Gelelim Türkiye örneğine. Erdoğan’ın ilk icraatlarından biri 2001 IMF anlaşmasını yenilememek oldu. Bence çok doğru bir hareketti. Bunu o zaman da dile getirmiştim. Türkiye’nin sorunlarının kaynağı Türkiye. O nedenle de Türkler tarafından çözülmeli. Türklere dışardan birilerinin ülkeyi nasıl yöneteceklerini söylemelerine gerek yok. Bence IMF’I dışarda tutma fikri doğru. 2 sebeple. Sorunu yaratan Türkiye ise çözen de Türkiye olmalıdır. Yangını söndürmesi için itfaiye getirecekseniz, itfaiyenin yangını nasıl söndüreceğini bildiğinden emin olmanız lazım. IMF yangını nasıl söndüreceğini bilmiyor.

“Türkiye Venezuela olmaz”

Bazı analistler Türkiye’de ekonomik durum bu şekilde devam ederse ve daha radikal önlemler alınmazsa “Türkiye bir gün Venezuela olur mu?” sorusunu soruyor. Sizce böyle bir şey mümkün mü?

Muhtemelen olmaz. Türk ekonomisinin tarihine bakıldığında daha önceki yıllarda enflasyonun yüksek seyrettiği dönemlerden bahsetmiştik. Türkiye o zaman da Venezuela olmamıştı. Onun için hiperenflasyon olması lazım. Yani aylık enflasyon oranının yüzde 50’yi çok aşması lazım. Türkiye’de enflasyonun en kötü olduğu dönemlerde bile hiperenflasyon yoktu. Evet kötü dönemler olduğu oldu ama hiçbir zaman Venezuela’daki rakamlara çıkılmadı. O nedenle elma ile armutu karıştırmamak gerek. Venezuela o açıdan nadir görülen ekstrem bir örnek.

(Amerika'nın Sesi)

21 Eylül 2018 Cuma

Bankalar için stres testi zamanı

Dün açıklanan Yeni Ekonomi Paketi sonrası bankalar stres testine sokulacak.

Borçlu Türkiye’nin Yeni Ekonomik Programı dün açıklandı. Bakan Albayrak’ın açıkladığı programın fiyat istikrarını, ekonomide dengelenmeyi ve bütçe disiplinini sağlamaya yönelik olduğu söylendi. Yeni ekonomi programı, iş dünya tarafından gerçekçi ve ayakları yere basan bir program olarak nitelendirildi. Tabi bizim dikkatimizi çeken nokta, hedeflerin mevcut düzene uygun şekilde yani dolar kurunun 6 TL civarında kalmasına göre yapıldığı oldu. Doların 4 TL ye düşmesi yada 8 TL ye çıkması halinde hedeflerin yine şaşacağı aşikar! Kaldı ki dolar kıtlığını aşmaya yönelik bir çözüm planı gözükmüyor. Bu yüzden dolar/TL hem Merkez’in faiz artırımı hem de plana rağmen 6 TL’nin altına gelmedi diyebiliriz. Çünkü dolara talep sürüyor. Geçen haftaki verilere göre, yerlilerin gerilemede Dolar aldığı görülüyor. Üstelik sürecek de! Önümüzdeki ay borç geri ödemesi 8 milyar dolar olacak.

Planın iki yeni hamlesi var. Birincisi Kitlesel Fonlama ve kripto para gibi yeni nesil finansman yöntemleri yaygınlaştırılacaktır. İkincisi Bankaların güncel mali yapılarını ve aktif kalitelerini tespit etmek için mali bünye değerlendirme çalışmaları yapılacaktır. Yani her hafta mali sonuçları net olan bankalar, Stres Testine sokulacak. Sonuçlara göre mali yapıları güçlendirilecek (yani bedelli sermaye artışları vb) ve alamadıkları kredileri yapılandıracak tedbirler devreye sokulacak. Bu konuda önceki gün Yeni İstanbul Yaklaşımının imzalandığını hatırlatmak gerekiyor. Ancak bankaların takipteki alacakları % 3 seviyesinde iken “Batık kredilerin başka bir kuruma devredilmesi” saçma olur. Bu konudaki haberleri dün BDDK Başkanı “planda yok” diyerek yalanladı. Önümüzdeki günlerde bankalarla ilgili sermaye ihtiyaçları stres yaratabilecek konu olacaktır.

20 Eylül 2018 Perşembe

Türkiye'deki kur krizi gelişmekte olan piyasalara sıçrar mı

Türk Lirası'nın son dönemde yaşadığı keskin düşüş ve kurda yaşanan oynaklık, özellikle döviz cinsinden borcu olan özel sektör için büyük bir risk teşkil ediyor
Türk Lirası'nın Amerikan Doları'na karşı Ağustos ayı içinde yaşadığı hızlı değer kaybı duruldu.

Ancak TL'nin yılın başından beri yüzde 40'a yakın olan değer kaybının etkileri, önümüzdeki dönemde bankacılık sektörü ve döviz cinsinden borcu olan şirketler üzerinde görülecek.

TL'deki değer kaybının hızlı olduğu dönemde, Türkiye ile aynı sepette yer alan Arjantin, Brezilya, Güney Afrika, Kolombiya, Endonezya ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin para birimlerinde de düşüş yaşandı.

Türkiye'deki kur krizinin diğer gelişmekte olan ülkelere sıçrayarak bulaşıcılık etkisi yarattığı ifade edildi.

Ancak asıl soru işareti, piyasalarda yaşanan panik havasından çok daha önemli: Türkiye'deki kur krizinin, küresel çapta görülecek bir gelişmekte olan ülkeler krizinin işaretçisi olup olmadığı önümüzdeki dönemin en çok tartışılan konusu olabilir.

Önce yabancı sermaye akışı, sonra kurun düşüşü

Küresel ekonomi, geçtiğimiz yıllarda gelişmekte olan ülkelere yayılan çok sayıda krize tanık oldu.

Türkiye'nin şu an içinden geçtiği dönemin, 1990'lı yıllarda Asya ve Latin Amerika ülkelerinde görülen borç kriziyle benzer özellikler taşıdığı bazı ekonomistler tarafından dile getiriliyor.

Bunu en son öne süren isimlerden biri Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman oldu.

Krugman: Türkiye'de yaşanan 1998 Asya Krizi'ne benziyor

TL'nin değer kaybıyla yaşananların, 1998 Asya Krizi'nin tekrarına benzediğini yazan Krugman, iki senaryo arasındaki benzerliklere yol açan olayları şöyle sıralıyor:

Bir ülke birkaç yıl boyunca yüksek oranda yabancı sermayeye maruz kalıyor ve döviz cinsinden borçlanıyor. Ancak farklı sebeplerden ötürü bu para akışı duruyor, bunun üzerine kurun düşmeye başlamasıyla ekonomi kırılganlıklara açık bir hale geliyor ve borçlarını ödeyemiyor.

Peki, Türkiye, 1990'lı yıllarda Asya ve Latin Amerika'da görülene benzer bir krizle karşı karşıya mı? Bu bölgelerde neler yaşanmıştı?

1980'lerde Latin Amerika'ya sermaye aktı

1990'larda önce Meksika'nın sonra da Tayland'ın tetiklediği krizlerden önce, Latin Amerika ülkelerinin 1980'lerde yaşadığı borç krizinden bahsetmek gerek.

1970'li yıllarda Meksika, Arjantin ve Brezilya başta olmak üzere Latin Amerika ülkeleri, sanayileşme ve altyapı yatırımları için ABD'li ticari bankalar ve diğer uluslararası kreditörlerden yüksek oranda borçlandı.

1970'in sonunda 29 milyar dolar olan bu borç, 1978 yılında 159 milyar dolara, 1982'de 327 milyar dolara çıktı.

1983 yılında bu ülkelerin dış borcu neredeyse gayri safi yurt içi hasılalarının (GSYH) yüzde 50'sine denk geliyordu.

Ancak 1980'lere gelindiğinde yükselen petrol fiyatlarına paralel olarak dünya ekonomisinin resesyona girmesi tablonun grileşmesine yol açtı.

ABD ve Avrupa'da faizlerin yükselmesi yatırımların da bu ülkelere kaçmasına neden oldu.

Latin Amerika ülkelerinin ekonomilerinin daralması ve para birimlerinde değer kayıplarının yaşanması borçlarını ödemekte zorlanmaları sonucunu beraberinde getirdi.

Bunun sonucu olarak Meksika'nın 1982'de uluslararası topluma borçlarını ödeyemeyeceğini açıklamasıyla ekonomik kriz ayyuka çıktı.

Sonuç olarak 16 Latin Amerika ülkesi ve 11 gelişmekte olan ülke borçlarını yeniden yapılandırmaya gitti.

Ticari bankalar borçları yeniden yapılandırırken, Uluslararası Para Fonu (IMF) da bu ülkelere kredi sağladı.

1994'de Meksika'da devalüasyon ve Tekila krizi

1994 yılına gelindiğinde zaman ise Meksika'nın para birimi pesodaki değer kaybı nedeniyle krize girdiği görülüyor.

Dünya literatürüne "Tekila Krizi" olarak geçen kur krizi, Meksika'nın sınırlarını aşıp diğer gelişmekte olan ülkelere sıçramıştı.

O dönemde Meksika, hem siyasi açıdan büyük sorunlarla mücadele ediyordu hem de seçimlerin kıyısında olduğu için yabancı yatırımcıyı çekmek amacıyla peso cinsinden ihraç ettiği hazine tahviline dolar cinsinden ödeme garantisi veriyordu.

Meksika'nın mali politika ve para politikasıyla ilgili attığı bir dizi adım, pesonun değerlenmesine, bu da sermayenin ülke dışına çıkmaya başlamasına yol açtı.

Döviz rezervleri kuruyan ve resesyonun kıyısında olan Meksika'da merkez bankası, 20 Aralık 1994'de pesoyu yüzde 13-15 devalüe etmeye karar verdi. Sermaye kaçışını engellemek için de faizleri yükseltti.

İki gün sonra peso serbest bırakılsa bile yatırımcıda oluşan panik ile para birimi hızlı bir şekilde değer kaybetmeye devam etti.

Bu durum diğer Latin Amerika ülkeleri ile gelişmekte olan ülkelerin para birimlerinde de değer kaybına yol açtı.

Hükümetin ve şirketlerin dolar cinsinden borcu olması ülkenin borçlarını ödeyemeyerek temerrüde düşmesine sebep oldu.

Meksika ekonomisinin kurtuluşu, ABD'de Bill Clinton yönetiminin 1995'te çıkardığı kanun aracılığıyla mali yardımın sağlanması ve IMF'nin devreye girmesiyle oldu.

Asya Krizi: Tayland Bahtı ile başlayıp dünyaya yayıldı

1997'de Asya'da görülen borç krizine bakıldığında da yine öncesinde yabancı sermayenin aktığı bir bölge olduğu görülüyor.

1980 ve 1990'larda Asya ekonomileri, sermaye akışı sayesinde hızla sanayileşmiş, büyümüş ve ihracat patlaması yaşamıştı.

Bu dönem Asya ekonomileri, diğer gelişmekte olan ülkeler için büyüme ve sanayileşme anlamında örnek olarak gösteriliyordu.

Düşük faiz sayesinde yüksek oranda yabancı yatırımcı çeken Asya'da bireylerin ve şirketlerin kısa dönemli döviz borçlarında artış görüldü.

Ancak 1990'ların ortalarında gelindiğinde Asya ekonomilerinin kapasitesini aştığı, bu yüzden fazla ısındığı gözlemlendi. İhracat oranları gittikçe düşmeye başladı.

Krizin 1997'de patlamasına yol açan ise Tayland Bahtı'nda görülen devalüasyon oldu.

Tayland hükümetinin emlak piyasasında beliren krizin üstesinden gelmek için bahtın ABD Doları'na olan çıpasını kaldırma kararı almasıyla para biriminde sert bir devalüasyon yaşandı.

Tayland bu karardan önce döviz cinsinden borcu yüzünden iflas ettiğini açıklamıştı.

Bunun üzerine Doğu Asya para birimlerinin çoğunda da yüzde 38'e varan değer kayıpları görüldü.

Küresel çapta hisse senetleri değer kaybetti, satış dalgası diğer gelişmekte olan ülkelere de sıçradı. Bölgede görülen kriz yıl sonunda Brezilya ve Rusya'ya kadar ulaştı.

1996 yılında Doğu Asya'ya giren sermaye 93 milyar dolar; 1997'de bölgeden çıkan para ise 105 milyar dolar oldu.

Endonezya, Güney Kore ve Tayland bu krizden en çok etkilenen ülkeler oldu. Sonunda bu ülkeler de IMF'ye gitmek zorunda kaldı.

Yüksek cari açık ve düşen kur

Farklı yıllarda farklı sebeplerle meydana gelen bu borç krizlerini inceleyen analistler, bütün senaryolarda yüksek cari açığın ve para birimlerinde görülen sağlam değer kaybının ortak özellikler olduğunu belirtiyor.

Endonezya'da 1990'lardaki kriz öncesi döviz cinsinden borcun GSYH'ye oranı yüzde 60'dan az iken, 1998'de para birimi rupiahın değer kaybıyla bu oran yüzde 170'e kadar çıktı.

Bugün de küresel piyasalarda ABD Merkez Bankası'nın (Fed) faiz artırarak sıkılaşmaya gitmeye başlamasından ötürü bir panik durumunun yaşandığı görülüyor.

2008 finansal krizinin ardından gelişmekte olan ülkelere gelen yabancı sermaye, artık bu ülkelerden çıkmaya başladı.

Bu durumdan Türkiye de etkileniyor.

Türkiye'de liranın değer kaybı, dış borç ihtiyacının yükselmesine neden olduğu için dikkatle izleniyor.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) verilerine göre, cari açık 2017 yılında 47.1 milyar dolar oldu.

Bu, dış finansman ihtiyacının sadece bir ayağını oluşturuyor.

TCMB'nin açıkladığı Haziran ayı verilerine göre ise, Türkiye'nin bir yıl içinde döndürmesi gereken kısa vadeli dış borç stoku 179 milyar dolar.

Bu da Türkiye'nin bir yıl içinde ihtiyaç duyduğu dış finansmanı 230 milyar dolar seviyesine kadar çıkarıyor.

Merkez Bankası'nın açıkladığı verilere göre banka dışı firmaların net döviz açık pozisyonu ise Mayıs ayında 217,3 milyar dolar seviyesinde gerçekleşti.

2002'den beri en yüksek oran

Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın verilerine göre, Türkiye'nin net dış borç stokunun GSYH'ye oranı 2018'in birinci çeyreğinde yüzde 34,3 olarak gerçekleşti.

2017'de ise bu oran yüzde 34,2 oldu. Bu rakam, 2002'den beri en yüksek orana işaret ediyor.

Türkiye'de cari açığın GSYH'ye oranı da son dönemde artmış vaziyette.

Bu oran 2018'in ilk çeyreğinde Garanti Yatırım'ın tahminine göre yüzde 6,3 olarak gerçekleşti.

2017'de bu oran yüzde 5,5 olmuştu, 2016'da yüzde 3,8'di.

'Türkiye'nin yaşadıkları 4 nedenle borç krizlerine benziyor'

Fed'in eski araştırma direktörü olan Erkin Şahinöz, Türkiye'nin son dönemde içinden geçtiği süreci 1990'larda Latin Amerika ve Asya'da yaşanan borç krizlerine benzeten isimlerden.

BBC Türkçe'nin sorularını yanıtlayan Şahinöz, bunu krizlerin dört ortak özelliğine dayandırarak açıklıyor:

Krizler, dolar faizinin ya artmakta olduğu ya da dolar faizinin zaten yüksek olduğu dönemlerde yaşanmış: Fed'in sıkılaşmaya gitmesi bunun bir göstergesi.
Krizler 'Her şeyin çok iyi gittiğinin sanıldığı' dönemlerde ortaya çıkıyor: Şahinöz, Türkiye'nin potansiyelinin üzerinde büyümesini ve cari açığının yükselmesini buna örnek gösteriyor.
Krizler genelde para ve maliye politikalarının gevşek olduğu dönemleri takiben yaşanıyor: Şahinöz, TCMB'nin yüksek enflasyona rağmen kur şokuna geç cevap vermesini ve maliye politikasının kur şoku öncesinde gevşek bir şekilde seyretmesini bu sürecin bir parçası olarak gösteriyor.
Krizler, genelde özel sektörün dış borçlanmasının çok yükseldiği dönemlerin arkasından çıkmış: Türkiye'de de benzer bir durum olduğunu rakamlar gösteriyor.
'Benzerlikler de var, farklılıklar da'
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nden Prof. Dr. Burak Saltoğlu ise benzerliklerin de farklılıkların da olduğu görüşünde.

Saltoğlu'na göre, iki senaryoda da özel sektörün borçluluğunun yüksek olduğu görülüyor.

Ancak Saltoğlu, Asya'da krizin görüldüğü dönemde kambiyo rejiminin sabit olduğunu, Türkiye'de ise serbest kur rejiminin olduğunu aktarıyor.

'Geç ve eksik tepkiler krizi derinleştirir'

1980'ler ve 1990'larda Latin Amerika ve Asya'da yaşanan örneklere baktığımızda, krizin patlak vermesinin ardından çoğu ülkenin IMF'nin kapısını çaldığını görüyoruz.

Ancak ekonomistlere göre Türkiye'nin kur krizini, bir ekonomik ya da finansal krize dönüşmeden atlatması mümkün.

Geçmişteki örneklerin aksine doğru mali politikalar ve doğru para politikası ile Türkiye'nin yumuşak bir iniş gerçekleştirmesi, sert bir krize girmeden bu süreci atlatması sağlanabilir.

Saltoğlu, şu an için çok olumsuz bir tablodan uzak olduğumuzu, ancak geç tepki verilmesinin bir krizin ortaya çıkmasına yol açabileceğini söylüyor:

"Bir aşamada sorunlu döviz kredileri için bankacılıkta bir yeniden yapılandırmaya gitmek durumundayız. Bu süreçte Türkiye'nin 1-2 çeyrek daralması muhtemeldir. Doğru maliye, bankacılık, hazine, para politikası eşgüdümüyle kriz çok iyi yönetilirse, bu daralmalar daha sınırlı tutulabilir. Ama geç ve eksik tepkiler krizin derinleşmesine neden olur.

"Son dönem borsa, faiz ve kurdaki şok seviyeleri Güney Doğu Asya ülkelerindeki finansal şok seviyelerine yakın. Bu krizlerde bu ülkeler yüzde 6 ile yüzde 10 arası daraldılar. Finanstan reel kesime yansıyacak bu daralmaları iyi yönetebilirsek daha düşük bir daralma seviyesiyle atlatabiliriz. Süreci nasıl yöneteceğimiz kadar küresel şartlar ve jeopolitik risklerin nasıl şekilleneceği de bir etmen."

'Türkiye sert iniş yaşarsa kriz tüm gelişen ekonomilere yayılır'

Ekonomist Şahinöz de bağımsız para politikası ve kamu disiplininin yanı sıra ABD ve Avrupa Birliği gibi Batı ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesinin önemli bir adım olduğunu söylüyor.

Ancak Türkiye'ninekonomik ya da finansal krize girmesi halinde, bu durumun diğer ülkelere sıçraması çok büyük bir ihtimal olarak gösteriliyor.

"Türkiye yumuşak iniş yerine sert iniş yaşarsa kriz tüm gelişen ekonomilere yayılır" diyen Şahinöz, bunun nedenini şu şekilde açıklıyor:

"Gelişen ekonomiler üç kanal üzerinden birbirlerine bağlı durumdalar: 1. Finansal kanallar, 2. Ticari kanallar, 3. Psikolojik kanallar. Bu bağların güçlü olması ve sıcak paranın tüm gelişen ekonomileri aynı sepette görmesi, bir gelişen ekonomide yaşanan krizin diğerlerine de sıçramasına neden olmaktadır."

Ancak Şahinöz, gelişmekte olan ülkeler krizinden ziyade "gelişmiş ekonomilerin borsalarında tarihin en büyük saadet zinciri yaşandığını" söyleyerek 2019 ya da en geç 2020'de bir küresel kriz bekliyor.

Ekonomist Saltoğlu da Türkiye'deki bir krizin diğer ülkelere yayılacağı görüşünde.

Ancak Saltoğlu'na göre Asya ülkeleri en son krizden sonra ev ödevini iyi çalıştığı için Türkiye ve Latin Amerika daha kırılgan.

Saltoğlu, "Kriz özellikle global anlamda derinleşirse gelişmiş ülkelerdeki daralmalar 1997'dekine benzer, hatta daha bile derin olabilir" yorumunda bulunuyor.

(BBC)

18 Eylül 2018 Salı

Piyasa değeri en yüksek şirketler açıklandı

PWC dünyanın 2018'de piyasa değeri en yüksek şirketi hangisi oldu sorusunun yanıtını en yüksek artışla bunu yapan şirketler üzerinden değerlendirerek yayınladı.

İşte piyasa değerlerine göre dünyanın en büyük şirketleri...


1- Apple

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri 1 Trilyonu 4 Ağustos itibariyle aşmıştı.


2- Amazon

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri 1 Trilyonu 4 Eylül itibariyle aşmıştı.


3- Alphabet

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 719


4- Microsoft

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 703


5- Tencent

Merkezi: Çin

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 496


6- Berkshire Hathaway

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 492


7- Alibaba

Merkezi: Çin

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 470


8- JPMorgan Chase

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 375


9- ICBC

Merkezi: Çin

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 336


10- Bank of America

Merkezi:Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 307


11- Çin İnşaat Bankası

Merkezi: Çin

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 259


12- Intel

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 243


13- TSMC

Merkezi: Tayvan

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 201


14-Boeing

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 193


15- Ping An Insurance

Merkezi: Çin

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 190


16- Mastercard

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 184


17- Dow Du Pont

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 148


18- NVIDIA

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 140


19- Kweichow Moutai

Merkezi: Çin 

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 137


20- Netflix

Merkezi: Amerika

Piyasa Değeri (Milyar Dolar): 128



17 Eylül 2018 Pazartesi

Dolara alternatif arayan ülkelerin sayısı artıyor

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, rezerv para olarak Amerikan dolarına alternatif arayan Asya ve Avrupa ülkelerinin sayısının giderek arttığını belirtti.

Rossiya 1 televizyonundaki ‘Moskova. Kremlin. Putin' programına konuşan Peskov, doların onlarca yıldır dünyanın temel rezerv parası olduğunu kaydederek, "Doları çıkaran ülke olarak ABD birden, bu rezerv parasına güveni sarsmaya başlayan adımlar atmaya başlıyor. Sadece Doğu'da değil, Avrupa'da da ABD dolarına bağımlılığı nasıl minimize edebileceklerini düşünmeye başlayan ülkelerin sayısı gidere artıyor. Onlar birden şunu anladı, a) bu mümkün, b) bunu yapmak lazım ve c) yapabilen canını kurtarsın" ifadelerini kullandı.

Peskov, "Sallanan sistemin yerine yeni bir mihveri koymak hiç de kolay bir iş değil. Ama alternatif arayışının başlaması bir gerçek" diye kaydetti.

(Sputnik Türkiye)

İş Bankası'ndan Atatürk hissesi açıklaması

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İş Bankası'ındaki Atatürk'ün hisselerine ilişkin yaptığı açıklamaya bankadan yanıt geldi
İş Bankası'nın CHP'ye ait olan yüzde 28 oranındaki payına ilişkin olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Azerbaycan dönüşü önemli açıklamalarda bulundu.

CHP'nin İş Bankası'ndaki yüzde 28'lik payının Hazine'ye aktarılabileceğini belirten Erdoğan, bu konuyu gazetecilerin de araştırmasını istedi.

Erdoğan uçakta şunları söylemişti:

“(CHP’nin bir TV kanalını satın aldığı iddiası) Bir TV kanalı açmış açmamış çok önemli değil. Partili birinin televizyonu da olabilir. Bunlar önemli değil. Ama daha önemli bir suç var. Siyasi partiler banka kurabilir mi? Hayır, kuramaz. Ama şu anda CHP, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü suistimal ederek, onun Cebi Hümayunundan dediğim, İş Bankası hisselerinin yüzde 28’inin sahibi durumunda. Oradan para alamıyor ama yönetim kurulunda dört üyesi var. Bu dört üye ne iş yapar? Buna bir bakılması lazım. Ben diyorum, bir defa Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tür bir varlığı herhangi bir siyasi partinin etiketi altına giremez. Girse girse Hazine’ye girer. Öyle mi? Vakıfbank’ta da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün ciddi bir hissesi var. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bu hissesini genel müdürlüğe aktarmak için gerekli talimatı verdik. Oradan gelecek gelir vakıf yatırımlarında kullanılsın. Zaten haram. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün haramla ne alakası olur? Olmaması lazım. Bunu Vakıf Katılım’a veya genel müdürlüğe vermesi lazım ki Vakıflar Genel Müdürlüğü bütün eserlerinde bu harcamaları yapsın. Bu çok çok ciddi bir imkan.”

BANKADAN AÇIKLAMA GELDİ

İş Bankası ise konuyu ilişkin detaylı bilgilendirme yaptı. Atatürk'e ait hisselerin Atatürk tarafından CHP'ye devredildiği, oy haklarının CHP tarafından kullanıldığı temettülerinin ise Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu'na gittiğini kurum açıkladı.

İşte o açıklama:

Bugünkü yayın organlarında ve sosyal medyada yer alan Bankamızdaki Atatürk hisselerinin temsili konusundaki değerlendirmeler ile ilgili olarak aşağıdaki açıklamanın yapılmasına gerek görülmüştür:

Türkiye İş Bankası milli mücadele ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından elde edilen siyasi bağımsızlığın iktisadi bağımsızlıkla perçinlenmesi için 26 Ağustos 1924 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatları ve sermayeye bizzat katılımıyla kurulmuştur. 1 Milyon TL tutarındaki kuruluş sermayesi Atatürk ile yakın çevresindeki asker ve bürokratların yanı sıra Anadolu ticaretinin önde gelenlerinin mütevazı birikimlerinden karşılanmıştır.

Atatürk’ün vefatının ardından vasiyetnamesine uygun olarak Atatürk hisseleri Cumhuriyet Halk Partisi’ne devredilmiş, yine vasiyete uygun olarak hisselerin oy hakları Cumhuriyet Halk Partisi tarafından kullanılmış, hisselerden kaynaklanan temettü vasiyette belirtilen şekilde Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’na tevdi edilmiştir. Banka’nın 100 yıla yaklaşan tarihi içerisinde bu hisselerin mülkiyetine ve temsiline dair ortaya çıkan farklı görüşler nedeniyle konunun yargıya taşındığı da olmuştur.

Bugün Banka hisselerinin %31,79’u halka açık olup, çoğunluk hissesi ise %40,12’lik bir oran ile Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı’na yani Banka çalışan ve emeklilerine, İş Bankalılara aittir. Atatürk hisselerinin oranı ise %28,09’dur.

Çoğunluk hissesi, Yönetim Kurulu teşkilinde de yine çoğunluğu Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı’na vermektedir. Dolayısıyla, Türkiye İş Bankası, sermaye yapısı gereğince Atatürk hisselerini temsilen Yönetim Kurulu’nda bulunan üyelerin kim olduğu ya da kim tarafından aday gösterildiğinden bağımsız olarak, olağan ticari faaliyetlerini tarihi boyunca olduğu gibi kanunlara, mevzuata, ticari prensipler ve kuruluş misyonuna uygun olarak devam ettirmektedir.

Atatürk hisselerinin mülkiyet ve temsilinin vasiyet, yasalar ve yargı çerçevesinde Türkiye İş Bankası tüzel kişiliğinden bağımsız olarak belirlenmiş olduğu açıktır. Atatürk hisselerinin geçmişten günümüze CHP ve Hazine tarafından birlikte ya da ayrı ayrı temsil edildiği durumlar olmuştur. Ancak, bunun Bankamızın faaliyetleri ve iş yapış biçimi üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Bankamız faaliyetlerini her zaman kuruluş amacına uygun bir biçimde ülkemizin kalkınması ve gelişmesine azami katkıyı sağlamak hedefiyle, kanun, mevzuat ve ticaretin amir hükümleri içerisinde onurla, inançla, samimiyetle yerine getirmek için gereken özeni göstermiştir.

Türkiye’nin milli sermayesi olarak, üstlendiği sorumluluğun bilincini faaliyetleri ile daima ortaya koyan İş Bankası siyaset malzemesi yapılamayacak önemde bir kuruluş olup, özellikle ülkemizin yoğun ve hassas gündemi içinde tüm değerlendirmelerin bu önem çerçevesinde yapılması milli menfaat meselesidir.

Bankaların güven müesseseleri olduğunu, bu güvenin ulusal ve uluslararası kamuoyu nezdinde hassasiyetle korunmasının bankalarımızdan ziyade milli ekonomimiz açısından önem taşıdığını kamuoyunun bilgi ve takdirine sunarız.

15 Eylül 2018 Cumartesi

Bankalarda mevduat faizi yüzde 28'e dayandı

Merkez Bankası’nın önceki gün politika faizini yüzde 24’e çıkarmasıyla özel ve kamu bankaları mevduat faizleri 2 ila 4 puan artışa gitti.

Faiz artışından sonra ticari kredilerin yıllık maliyeti yüzde 38'leri buldu. Bankaların tüketici kredilerinde de bir faiz ayarlaması yapacağı öğrenildi. Hafta başında tüketici kredi faizlerinde artış yaşanması bekleniyor. Merkez Bankası'nın faiz indirim kararları, kredi faizinin hemen ucuzlamasını sağlamıyor ancak, Faiz artışı mevduat ve kredi faizlerinde hemen yükselişe yol açıyor.

Merkez Bankası, güçlü bir parasal sıkılaştırma kararı ile yüzde 24'e çıkardığı politika faizi ile yabancı yatırımcının TL varlıklara olan talebini artırmayı hedeflerken, diğer yandan bu faizi bankalara borç para verirken kullanılıyor. Dolayısıyla bu faiz oranı dolaylı olarak bankaların maliyetlerini artırıyor ve mevduat faizlerini ve kredi faizlerini de etkiliyor. Merkez Bankası verilerine göre, 7 Eylül ile biten hafta itibarıyla TL ticari kredi faizleri ağırlıklı ortalama yüzde 32.57'e çıktı. Oysa 27 Nisan'da yüzde 16.32 seviyesindeydi. İhtiyaç kredilerinde ise ağırlıklı ortalama faiz oranı yüzde 33.82'ye kadar çıktı. Ağustos sonunda bu oran yüzde 30.29'du. Yükselişe geçtiği 27 Nisan'da ise yüzde 19.96 seviyesindeydi, tam 13.86 puan arttı.

Döviz kısıtlaması ve uymayanlara ağır yaptırım!

Bugünkü Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı 85 sayılı kararında döviz cinsinden işlemlere yasaklar getirilmektedir. Bilindiği gibi daha önce de ihracat bedellerinin 180 gün içinde ülkeye getirilmesi ve döviz bedelinin %80’inin bozdurulması zorunlu tutulmuştu.

Bugünkü Resmi Gazete’de yayımlanan karar aşağıdaki gibidir.

“Türkiye’de yerleşik kişilerin, Bakanlıkça belirlenen haller dışında, kendi aralarındaki menkul ve gayrimenkul alım satım, taşıt ve finansal kiralama dâhil her türlü menkul ve gayrimenkul kiralama, leasing ile iş, hizmet ve eser sözleşmelerinde sözleşme bedeli ve bu sözleşmelerden kaynaklanan diğer ödeme yükümlülükleri döviz cinsinden veya dövize endeksli olarak kararlaştırılamaz.

Bu Kararın 4 üncü maddesinin (g) bendinin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren otuz gün içinde, söz konusu bentte belirtilen ve daha önce akdedilmiş yürürlükteki sözleşmelerdeki döviz cinsinden kararlaştırılmış bulunan bedeller, Bakanlıkça belirlenen haller dışında; Türk parası olarak taraflarca yeniden belirlenir.

Bu Karar yayımı tarihinde yürürlüğe girer.”

Buna göre, Türkiye’de yerleşik kişilerin, kendi aralarında (Bakanlıkça belirlenen haller dışında)

1- Menkul ve gayrimenkul alım satım,

2- Taşıt ve finansal kiralama dâhil her türlü menkul ve gayrimenkul kiralama, leasing ile iş

3- Hizmet ve eser sözleşmelerinde

sözleşme bedeli ve bu sözleşmelerden kaynaklanan diğer ödeme yükümlülükleri döviz cinsinden veya dövize endeksli olarak kararlaştırılamaz.

Bu düzenleme Türkiye’de yerleşik olanların kendi aralarında yapacakları işlemi kapsamaktadır. Taraflardan biri yurt dışında yerleşik ise bu düzenleme o işlemler için geçerli olmayacaktır. Yukarıda 3 maddede saydığımız ilk iki madde bakımından konu anlaşılır durumda ama üçüncü madde oldukça kritik. Bu halde sadece menkul ve gayrimenkul alım satımı ve kiralaması değil iş, hizmet ve eser sözleşmelerinde de döviz cinsinden ve dövize endeksli işlem yapılamayacaktır.

Örneğin, iki şirket kendi arasında döviz cinsinden veya dövize endeksli sözleşme yapamayacak, mal ve hizmet ticaretinde bulunamayacaktır.  Hemen vurgulayalım ki, burada sözleşmeye atıfta bulunulmaktadır. Bilindiği gibi sözleşme yazılı olabileceği gibi sözlü de olabilir. Yazılı sözleşme yapılmaz ise bu düzenleme kapsamına girmeme gibi bir yorum da yapılamaz.

Bu düzenleme sonrası özellikle iş, hizmet ve eser sözleşmelerinde getirilen yasaklama nedeni ile faturaların döviz cinsinden kesilmesi dahi tartışılabilecektir. Kanaatimce konu Tebliğ düzeyinde acilen açıklığa kavuşturulmalıdır.

BU DÜZENLEMELERE UYMAMANIN CEZAİ YAPTIRIMI NEDİR?

Hem ihracat bedellerinin yurda getirilerek bozdurulması hem de dövizle işlem yapılması yasağına uymayanlara ne gibi yaptırım uygulanacaktır? Yasakların geldiği bilinmekte ama yasağı delenleri ne tür cezaların beklediği bilinmemektedir. 32 sayılı Kararın 21’inci maddesinde yaptırıma ilişkin düzenlemeye yer verilmiştir.

“Kambiyo denetimine yetkili elemanlar ile kambiyo müdürlükleri (kambiyo murakabe mercileri) tarafından yapılan denetlemelerde bu Kararda öngörülen işlemleri ifa eden kişilerden, işlemlerinde Karara aykırılıklar tesbit edilenler hakkında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun zabıt ve aramaya dair hükümleri uygulanır.”

Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun zabıt ve aramaya dair hükümleri ise oldukça ağır yaptırımlar içermekte, eşyanın (paranın) zaptına kadar gidebilecek bir süreci düzenlemektedir. Cezai müeyyide ağır olduğu için hem ihracat bedellerinin yurda getirilme ve bozdurulması düzenlemesine hem de bugünkü düzenlemeye azami özen gösterilmesinde fayda bulunmaktadır.

http://www.borsagundem.com/yazarlar/doviz-kisitlamasi-ve-uymayanlara-agir-yaptirim-yazisi/1342883

14 Eylül 2018 Cuma

Merkez El Frenini Çekti

TCMB'nin Mayıs-Haziran'da faizi 425 baz puan artırmasının ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yatırımların artması için faiz oranlarının düşmesi gerektiğini ifade ederek “24 Haziran'da siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz" demişti. TCMB, Temmuz ayında faiz artışı beklentilerine rağmen politika faizini 17.75'te sabit tutmuştu. Erdoğan dün sabah da "Ben bugüne kadar Merkez Bankasının, açıklamış olduğu enflasyon oranlarını tutturduğunu görmedim" diyerek TCMB'nin yıllardır süren başarısızlığından üzgün olduğunu gösterdi.

Son 5 aydır süren krize bir merhem olmak için TCMB öğlen yaptığı toplantıda politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranını % 17.75’ten % 24.0’e yükseltti. (TCMB, TL değer kaybı artarsa koridorun üst bandı % 25.5’i kullanabilir. Geç likidite penceresi için ise faiz % 27.0'ye çıkarıldı.) Bu artış, piyasa beklentilerinin üstünde bir artış olup uzun zaman sonra piyasanın önüne geçme hamlesi oldu. Öyle ki 2002 yılından beri TCMB'nin yaptığı bir defada yapılan en büyük artış olarak tarihe geçti. İlk etki; dolar kurunun 6.50'den 6.00'ya kadar gerilemesi ile görülürken borsa da alımlarla yükseldi. Yükselişe bankacılık endeksi, % 5 artışla öncülük etti. GARAN %7.6 AKBNK %4.7 YKBNK %4.3 artışla en fazla yükseliş kaydeden hisselerden oldu.

Para politikası kanalıyla TCMB'nin yaptığı hamleye maliye politikası ile katkıda bulunulması gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ""Kamuda her alanda tasarruf yapacağız. İsraf ekonomisine değil, üretim ve verim ekonomisine geçiyoruz. Devam eden projeleri bitiriyoruz ama başlamamış olan projeleri durduracağız. Şu anki durum bunu gerektiriyor" dedi. Tabi burada akla Türkiye tarihinin en büyük projesi olan Kanal İstanbul'un akıbeti geliyor. Yakında onla ilgili karar da duyurulur. Diğer taraftan haftaya perşembe günü Orta Vadeli Program ilan edilecek. Öncelik enflasyon ve faizle mücadele olacakmış.

Dün iki büyük merkez bankası toplantısı da vardı. Avrupa Merkez Bankası faizleri değiştirmezken başkan Draghi, Türkiye ve Arjantin'den bulaşma riskinin önemli seviyede olmadığını ifade etti. Geçen ay faiz artıran İngiltere Merkez Bankası ise faizini yüzde 0.75'te sabit tuttu.

12 Eylül 2018 Çarşamba

Ekonomi yönetiminin önündeki seçenekler güçlü büyümeyi sürdürmek için yeterli mi?

Yükselen piyasaların ve dünya ekonomisinin geleceğine, yeni bir finansal kriz riskine ilişkin tartışmalar listesinde Türkiye ekonomisinin sorunları öne çıkmaya başladı. Bu sorunların derinleşmeye devam etmesi ve Moody's, Standart & Poor's, Fitch gibi kredi derecelendirme kurumlarının Türkiye'nin notunu düşürmesi kaygı yaratıyor.

Bu bağlamda, iki soru ekonomistleri ve yatırımcıları özellikle meşgul ediyor. Birincisi, yeni Cumhurbaşkanlığı rejimi, Türk Lirası'nın, önde gelen yabancı paralar karşısında, yılın ilk sekiz ayında yüzde 40'ı aşan gerilemesine bağlı olarak, gittikçe güçlenen bir borç ödeme, bankacılık sektörü krizi olasılığı karşısında hangi önlemleri almayı düşünüyor?

Merkez Bankası'nın ve ekonomi yönetiminin Cumhurbaşkanlığı'ndan bağımsız olduğuna pek inanan yok. Karar verme süreçlerinde, öncelikleri üzerinde, yaklaşmakta olan yerel seçimlerinin gündeme getirdiği siyasi kaygılar özellikle etkin oluyor.

İkincisi, bu önlemler etkin olmazsa, ya da gereken önlemler alınmakta gecikirse, Türkiye'de patlak verecek olası bir döviz ve borç krizinin yükselen piyasalarda yaygınlaşarak, küresel bir finansal krizi tetikleme olasılığı var mı?

Kaygılar sebepsiz değil

Türkiye ekonomisinin geleceğinden kaygı duyanların haklı gerekçeleri var: Ekonominin yaşam belirtilerini izleyen grafikler yılbaşından bu yana tehlike sinyalleri veriyorlar.

Örneğin, geçen yılın Eylül ayının ilk haftasında, 3,4 dolayında seyreden Dolar/TL kuru, bu yılın aynı döneminde 6,4 ila 6,8 arasında dalgalanıyor.

Dahası, geçtiğimiz Ağustos ayında, Türk Lirası'nın, ABD Doları ve Euro gibi yabancı paralar karşısında değer kaybı hızlanarak, 1994 döviz krizindeki düzeye ulaştı.

Uluslararası yatırımcılar, Merkez Bankası'nın, bu güne kadar bu yükselişi durdurmakta başarısız, özellikle faiz politikasının etkisiz kaldığını düşünüyorlar.

Ağustos ayı enflasyon verileri tüketici fiyat endeksinin yılık artışının yüzde 18 düzeyine ulaştığını gösteriyor.

Bu enflasyon oranı, dayanıklı tüketim mallarında, taze sebze ve meyve fiyatlarında yüzde 30'ların çok üzerinde seyrediyor.

Sanayi fiyatlarındaysa yıllık enflasyon yüzde 32 dolayında gerçekleşti. Ekonomist Mustafa Sönmez tüketici fiyatları enflasyonunun yıl sonuna kadar yıllık yüzde 20 düzeyine ulaşmasını bekliyor. Sönmez Merkez Bankası açıklamalarının da bu beklentiyi desteklediğini düşünüyor.

TL'nin yabancı paralar karşında aşınma sürecindeki hızlanma, hemen her alanda, gıda maddelerinde hammaddelere ve yarı mamullere kadar ithalat yapan Türkiye ekonominde enflasyon oranlarını yukarı doğru itiyor.

Buna karşılık Türkiye ekonomisi devalüasyonun ihracat üzerindeki olası olumlu etkilerinden, ihracat sektörünün yüzde 60'lara ulaşan oranlarda ithalata bağımlı olmasından dolayı yeterince yararlanamıyor.

İhraç edilecek malların üretim maliyetleri TL'nin değer kaybına bağlı olarak sürekli artıyor. Gayrisafi Milli Hasıla'nın yüzde 6,5'ine ulaşan cari açık artmaya devam ediyor. Bu cari açığın yaklaşık yüzde 75'i kısa dönemli sermaye hareketleriyle finanse ediliyor olması da ayrıca bir kaygı konusu.

Etkin önlemler alınmadığı takdirde, TL'nin yabancı paralar karşısında değer kaybetmesinin bir borç krizini tetikleme olasılığı giderek artıyor.

Türkiye'nin toplam dış borcu en son verilere göre 460 milyar dolara ulaşmış durumda. Türkiye ekonomisinin, gelecek yılın Temmuz ayına kadar, 30 milyar doları bu yılın son çeyreğinde olmak üzere, toplam 179 milyar dolar borç ödenmesi gerekiyor.

Sermaye girişlerinin yavaşladığı net sermaye çıkışının yaşandığı bir dönemde, bu borçların ödenmesinin aksama riski artıyor.

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu'na göre "orta vadede özel sektörün bir borç kriziyle karşılaşma olasılığı hâlâ çok yüksek... finans dışı şirketlerin yarısı yurt dışına, yarısı yerel bankalara olan 337 milyar dolar döviz borcu"… "Ülkenin asıl Aşil topuğu"nu oluşturuyor.

Tam da bu nedenlerle, Türkiye'nin kredi risk primi de yükselmeye, Moody's, Standard & Poor's, Fitch gibi kredi derecelendirme kurumları da Türkiye'nin notunu düşürmeye devam ediyor.

Faiz artışının Erdoğan'ın direnci nedeniyle düşük kalması çok yüksek olasılık
Bir döviz ve borç ödeme krizinin engellenebilmesi açısından, 13 Eylül'de yapılacak Merkez Bankası toplantısı büyük önem kazanıyor.

Öyle ki, Banka yönetiminin, "Merkez Bankası fiyat istikrarını desteklemek amacıyla gerekli tepkiyi verecektir. Bu çerçevede, daha önce yapılan iletişimle de uyumlu olmak üzere, son gelişmeler dikkate alınarak Eylül ayı Para Politikası Kurulu toplantısında parasal duruş yeniden şekillendirilecektir" açıklaması bile henüz her hangi bir önlemin gündemde olmamasına karşın Türk Lirası'nın birkaç günde yüzde 2,5 dolayında değer kazanmasına yol açıyor.

Diğer bir deyişle "piyasalar" Merkez Bankası'ndan etkin ve güçlü bir müdahale bekliyorlar.

Uluslararası piyasalar ve Türkiye'ye kredi veren kuruluşlar açısından etkin ve güçlü bir müdahale, faizlerde 500 baz puana ulaşabilecek, belirgin bir artış anlamına geliyor.

Böyle bir adım liradaki değer kaybını, enflasyon artışını kontrol altına alabilecek.

Ancak, faiz artışının beklenen düzeyde gerçekleşmesinin önünde güçlü ekonomik ve siyasi etkenler var.

Hızlı bir faiz artışı, büyük bir borç yükünü taşımaya çalışan özel sektörü ve tüketici harcamalarını olumsuz yönde etkileyerek ekonomideki durgunluk eğilimini güçlendirecek.

Faizlerdeki artışın, genelde yüksek faize karşı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın direnci karşısında, piyasaların beklediği oranın altında kalması çok yüksek bir olasılık.

Yüksek faizin, ekonomide daralma eğilimini güçlendirme olasılığı da, hükümetin gittikçe önem kazanan yerel seçimlere ilişkin hesaplarıyla uyumlu değil.

Özetle, faizleri yükselterek TL'nin değer kaybını ve enflasyonu sınırlamak olanaklı ama bunu yaparken ekonomiyi ciddi siyasi sonuçlar yaratabilecek sert bir durgunluğa itmesi de mümkün.

Diğer taraftan, sık sık Türkiye ile birlikte anılan Arjantin'de Merkez Bankası'nın politika faizini yüzde 60 düzeyine çıkarmasına karşın mali piyasaların güvenini restore edememiş olması da dikkatlerden kaçmıyor.

Çok düşük bir olasılık da olsa krize müdahale seçenekleri arasında sermaye kontrollerine gidilmesi, TL'nin konvertibilitesini geçici olarak kaldırılması, borçların yeniden yapılandırılması da olabileceği konuşuluyor.

Ancak Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Başkanı Abdurrahman Kaan'ın da vurguladığı gibi, Türkiye'de yaşanan ekonomik sorunların sebebi 'borca dayalı bir büyüme'.

Diğer bir deyişle yapısal. Sermaye hesaplarının denetlenmesi, konvertibilitenin kaldırılması, borçlarda yeniden yapılandırmaya gitme talebi kısa dönemde dış kaynak girişini hepten durduracağından, ekonomideki durgunluk eğilimini güçlendirmesi kaçınılmaz.

'Kaya ile sert yer arasında'

Sermaye hesaplarını denetim altına almadan, konvertibiliteyi kaldırmadan da borçların yeniden yapılanmasını talep etmek olanaklı.

Ancak bu geçişi destekleyebilecek mali yardım için Uluslararası Para Fonu IMF'ye başvurmak gerekiyor. Bu da IMF'nin tüm kaynakların öncelikle dış borçlar ödemeye öncelik verecek yönde kullanılması anlamına gelecek olan koşullarını kabullenmeyi gerektirir.

Kısacası, IMF ile yapılacak bir anlaşma, ülkedeki tüketimi, yatırımları kısmayı, katı bir bütçe disiplinini benimsemeyi, sonuç olarak bir süre için ciddi bir ekonomik daralmayı gündeme getiriyor.

Dahası, IMF'den yarım istemenin başka sorunları da var. Bir IMF yardımının, eski Yunanistan Maliye Bakanı Yannis Varoufakis'in işaret ettiği gibi, ülkeyi uzun dönemli çok daha büyük bir borç yükümlülüğü içine hapsetmesi, hükümetin de ekonomi yönetimi üzerindeki kontrolünü hepten kaybetmesi olasılığı çok yüksek.

Görüldüğü gibi ekonomi yönetiminin önünde çok fazla seçenek yok. Bu seçeneklerin hemen hepsi kaçınılmaz olarak ciddi bir ekonomik durgunluk aşamasından geçilmesini zorunlu kılıyor.

Ekonomi yönetimine de, elinden geldiğince bir orta yol izlemek, bu durgunluktan çok fazla hasar yaratmadan geçmeyi ümit etmek kalıyor.

Ancak böyle bir orta-yolun, süreci daha da uzatarak, ekonomideki, halkın refahındaki erozyonu daha da derinleştirmesi, yaygınlaştırması olasılığı da var.

Sonuç olarak, iç ve dış politikada birikmekte olan sorunlar ve riskler bir yana, bir Anglosakson deyişini ödünç alırsak, ekonomi yönetiminin "kaya ile sert bir yer arasında" kaldığını söyleyebiliriz.

Hükümetin ve Türkiye ekonomisinin, buradan hasar görmeden çıkması olanaksız. Bu hasarın ekonomik alanla sınırlı kalacağını, siyasi sonuçlar yaratmayacağını söylemek ise kolay değil.


9 Eylül 2018 Pazar

13 Eyül'de gerçekleştirilecek PPK'da faiz artırımı olmaması veya beklentilerin altında kalması durumu

Hürriyet'ten Zeynel Balcı, 13 Eyül'de gerçekleştirilecek PPK'da faiz artırımı olmaması veya beklentilerin altında kalması durumunda piyasaların 24 temmuz benzeri bir tepki verebileceğini yazdı. İşte Balcı'nın o yazısı:
Merkez Bankası 13 Eylül’de toplanıyor. Ağustos enflasyonunun açıklanmasının ardından Merkez Bankası’ndan gelen ‘gereken yapılacak’ türünden açıklama piyasada faiz arttırım beklentilerini yükseltti. Bu beklenti döviz kurlarını sakinleştirdi. Şu anda yapılan tartışmalar daha çok faiz arttırımının kaç puan olacağı yönünde.

Döviz kurları sakinleşince piyasalar da geçen haftayı nispeten sakin geçirdi. Döviz kurlarındaki düşüş gerekçesi 13 Eylül’de Merkez Bankası’ndan faiz artırım beklentisi. Ağustos enflasyonun ardından Merkez Bankası’ndan gereken yapılacak türünden açıklama faiz artırım beklentilerini artırdı. Tartışma daha çok kaç puan olacağı üzerinde. Piyasa beklentisi 4-5 puan gibi. Bu beklenti döviz kurlarında düşüş olarak etkisini gösterirken borsaya aynı ölçüde yükseliş olarak yansımadı. Ancak faiz artırımı olmaz veya beklentilerin altında kalırsa piyasaların bu defa 24 temmuz benzeri bir tepki vermesi olasıdır.

PARA GİRİŞİ GEREKİYOR

Dikkat çeken ayrıntı Merkez Bankası, BDDK gibi kurumların likidite kısıcı önlemleri döviz kurları üzerinde kalıcı bir etki yapmamıştı. Ama faiz silahının çekilecek beklentisi kurları dizginledi. En azından şimdilik. Diğer yandan Pazartesi Türkiye’nin ikinci çeyrek büyümesi açıklanacak. Beklenti ise yüzde 5-5.5 aralığında. Büyümede faiz ve kurların yükseldiği üçüncü çeyrek daha önemli olacak. Üçüncü dönem yavaşlama bekleniyor. İthalat ve otomobil pazarındaki daralma, banka kredilerinde artış hızındaki gerileme gibi gelişmeler durgunluk emareleri. Faiz ve kurlardaki yükseliş ile birlikte resesyon ve stagflasyon sözlerini daha çok duyar olduk. Maliyetlerdeki artış ile birlikte enflasyon yüksek kalmaya devam edecek. Buna karşılık talep gerilemesi nedeniyle ekonomide yavaşlama da çok olası görülüyor. Ağustos enflasyon verilerinde TÜFE-ÜFE arasındaki fark nerede ise yarı yarıya. Yıllık TÜFE 17.90, ÜFE ise 32.13. Ancak kurları baskı altına alacağım derken faiz artışında ölçünün kaçmasının ekonomideki durgunluğu artırması riski var. Küçülen ekonomilerde işsizlik ve son dönemde sıkça rastladığımız borç yapılandırmaları ile konkordatolara çözüm bulmak daha zor olacak. Döviz kurlarına faiz artırım baskısıyla bir geri çekilme yaşanıyor. Ama spekülasyon tarafı alınan önlemelerle azalsa da dış borç ödemeleri ve dış ticaret açığı döviz talebi yaratmaya devam ediyor. Buna bağlı olarak geri çekilmeler kontrollü. Bu açıdan Türkiye’ye yeni para girişleri gerekiyor. Katar’dan vaat edilen 15 milyar sermaye girişine ilişkin henüz bir gelişme yok. Ancak bu yöndeki bekleyiş sürüyor. Merkez bankası rezervlerindeki düşüş dikkat çekti. Ağustos sonu brüt rezerv 70 milyar dolar ile 2006’dan bu yana en düşük seviyelerine geriledi. Cari açığın finansmanı rezerv kaybında önemli paya sahip. Ayrıca Merkez Bankası’nın aldığı önemler ve zorunlu karşılıkların düşürülmesinin de biraz etkisi oldu.

Gözler Merkez’de

Diğer gündeme bakıldığında Suriye (İdlib) kaynaklı gelişmeler henüz fiyatlamaya konu olmuş değil. Gelişen ülke piyasalarındaki zayıflık sürüyor. Türkiye ve Arjantin en zayıf halka olarak değerlendirilirken iki ülkede olanlar diğer gelişen ülkeleri de tetikler mi gibi sorular bu günlerde daha fazla dillendiriliyor. Ancak Türk varlıklarının çok ucuzladığı, alım yapılabilir noktalara geldiği yönünde değerlendirmeler de var. Amerikalı yatırımcı Jim Rogers, “Yatırım yapacak olsam büyük ihtimalle Türkiye’deki varlıkları alırdım” dedi. Reel efektif kur endeksleri 2003’ten bu yana en düşük seviyelerinde. Borsa ucuz ve primsiz, faiz ve kur yüksek. Yabancı yatırımcılardan bu aşamada ciddi talep yok. Borsa ve tahvil bonoda daha çok satıştalar. 31 Ağustos haftasında hisse senetleri ve tahvil bonodaki yabancı varlığı 37 milyar dolara kadar geriledi. Temmuz sonu yaklaşık 55 milyar dolardı. TL’nin değer kaybı, biraz da satışlar yabancı portföyünü eritti. Olumsuz havanın dağıldığını söylemek için erken görülse de piyasalarda toparlanma çabaları sürüyor.

Gözler Merkez’de      Gözler Merkez’de


DOLAR/TL KÂR SATIŞLARININ ETKİSİNDE

DOLAR/TL kurunda kâr satışlarına bağlı düşüş görülüyor. İlk destekler 6.35 ve 6.10-6.00 seviyelerinde görülüyor. Yukarı yönlü hareketlenmelerde ilk direnç ise 6.65 seviyesinde. Bu seviyelere hareketlenmelerde satışlar görülebilir. Sonraki dirençler 6.72-6.84 seviyelerinde. Kâr satışlarının etkisinde kalınabilir.

(Zeynel Balcı / Hürriyet)








IMF kredileri: İstikrar mı, felaket reçetesi mi?



Gelişmekte olan ülkelerde ekonomik kriz endişesi artıyor. Arjantin IMF ile pazarlıklara başladı. Peki, IMF kredileri ülke ekonomilerine istikrar mı getiriyor yoksa uzun vadede yıkıma mı sebep oluyor?
Deutsche Welle'den Uwe Hessler, mali sıkıntılar sonucu Uluslararası Para Fonu'na (IMF) başvuran ülkeleri ve IMF'nin politikalarının uzun vadede ülke ekonomisine olan etkilerini analiz etti. İşte Hesslerin DW'de yer alan o haberi:

İkinci Dünya Savaşı'nın yol açtığı muazzam tahribatın ardından ödeme zorluğu çeken ülkelerin diğerlerine olan borçlarını ödeyebilmeleri için onlara vadeli kredi açmak üzere 1944 yılında Uluslararası Para Fonu (IMF) kurulmuştu. Bu sayede mali istikrarın yerine gelmesi, küresel işbirliğinin gelişmesi, ticaret ve büyüme hızının artması ve fakirliğin azalması umuluyordu.

IMF'nin hedeflerine varmak için başvurduğu yöntemler giderek artan bir şekilde tartışılıyor. IMF'nin kurtarma programlarını savunanlar kuruluşun likidite sağladığını ve talep ettiği reformlarla daha büyük mali riskleri önlediğini belirtiyorlar.

Karşıtları ise istenen uygulamaların, zor durumdaki ülkelerin Para Fonu'na olan bağımlılığını arttırdığını, halkı ise daha da fakirleştirdiğini savunuyorlar. Tanınmış bir iktisatçı olan ve geçen yıl yaşamını yitiren Carnegie Mellon Üniversitesi öğretim üyesi Allan Meltzer "IMF tarafından dikte edilen programların zor durumdaki ülkelerin sosyal riski ile bankerlerin üstlendiği özel risk arasındaki farkı açtığını" söylemişti.

"Washington mutabakatı"

Araştırmacılar IMF reçetelerinin ilk yıllarda başarılı olduğu sonucuna varmışlar. IMF'nin Ortadoğu ve Orta Asya Direktörü Mohisin S. Kahn 1973 – 1988 yılları arasında kalkınma halindeki 69 ülkeye uygulanan kurtarma operasyonlarını etüt etmiş ve uygulamaların kısa ve uzun vadeli sonuçlarının yardım alan ülkelerin ödemeler dengesi ve enflasyon oranı üzerinde nispeten olumlu etki yaptığını ortaya çıkarmış. "IMF'nin başarı öyküsü" olarak adlandırılan 1980'li yıllardaki kredilendirme programına Meksika, Hindistan ve Kenya örnek gösteriliyor.

IMF, Latin Amerika ülkelerinin 1990'lı yıllardaki mali krizinde ise politikasını değiştirerek, acil yardım karşılığında yapısal reform ve piyasanın liberalleştirilmesi gibi şartlar öne sürdü.

Britanyalı ekonomist John Williams'ın imzasını taşıyan yeni uygulama büyük açıkları önlemek amacıyla kamu borçlanmasının ve devlet teşviklerinin azaltılmasını ve kurumlar vergisi oranlarının düşürülmesini öngörüyor.

Tavsiyeler arasındaki diğer "yapısal ayarlamalar" para kurunun dalgalanmaya bırakılması, serbest ticaret kurallarının benimsenmesi, yabancı sermaye yatırımları ile rekabeti önleyici uygulamalara son verilmesi ve kamu sektörünün özelleştirilmesi olarak özetlenebilir.

"Washington mutabakatı" olarak adlandırılan neo liberal ekonomik politikalar doğrultusundaki yardım programları IMF'ten sonra Dünya Bankası'nın uygulamaları arasına da girdi.

Arjantin'de IMF ile anlaşmaya karşı protesto gösterileri düzenleniyor.



(Arjantin'deki IMF karşıtı protestolardan bir kare)

Tek tip uygulama

1997–2000 yılları arasında Dünya Bankası'nın baş iktisatçılığını yapan Profesör Joseph Stiglitz yeni doktrinin işletilebilir olduğundan ciddi kuşku duyuyor. Stiglitz bu politikanın o yıllarda bazı Latin Amerika ülkelerine uygun olduğunu ancak "körü körüne diğer ülkelere de uygulanmasının anlamı olmadığını" söylüyor.

IMF'nin vergi mükellefinin parasıyla finans edilmesine rağmen onların çıkarlarına hizmet etmediğini belirten Stiglitz, temsil edilmeden vergilendirme konusunun IMF'nin en önemli sorunlarından biri olduğu görüşünde.

1995 yılında Meksika IMF'nin yeni politikalarının kurbanı olmuş ve 52 milyar dolarlık yardım kredisini geri ödedikten birkaç yıl sonra uygulamadaki hataların acısını çekmişti.

1998 yılında Meksika'nın kişi başına milli geliri 1974 seviyesine gerilemişti. 1994 sonlarından 1996 yılı sonlarına kadar hükümetin ticari bankaların 545 milyar dolarlık karşılıksız kredilerini devralması ülkenin dışa olan borcunu 560 milyar dolar arttırmıştı.

Bazı iktisatçılar, Asya ülkelerinin 1990'ların sonlarında sürüklendiği krizin Latin Amerika ülkelerine uygulanan yardım programlarının mirası olduğu, IMF'nin işler yolunda gitmediğinde yatırımcının imdadına koşacağı sinyali verdiği görüşünde.

Asya finans krizi

1990'lı yıllarda Asya'da patlak veren finans krizi Güney Kore, Tayland, Filipinler, Malezya ve Endonezya'nın sıcak paraya kapılarını açmalarından ve kısa vadeli dış kredilere olan ihtiyaçlarından kaynaklanmıştı. 1997 yılında özel sektörün borçlarını ödeyemeyecek durumda olduğu anlaşılınca döviz piyasaları paniğe kapılmış ve Asya paraları tepetaklak olmuştu.

Uluslararası Para Fonu Asya'daki batışa diğer acil durumlara gösterdiği tepkiyi göstererek yardım karşılığında yapısal reformlar talep etmiş, hükümetleri kamu harcamalarını azaltmaya zorlayarak krizin daha da derinleşmesine yol açmıştı.

Milli geliri Avrupa düzeyinde olan Güney Kore'de işsizlik yedi puan artarak yüzde 10'a fırlamış, işini kaybeden ve onuru zedelenen işçiler arasında "IMF intiharları" başlamıştı.

Krizden en fazla etkilenen Endonezya'da fakirlerin oranı yüzde 11'den yüzde 40 ila yüzde 60'a çıkmış ve ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası bir yılda yüzde 15 oranında azalmıştı.

Malezya hükümeti ise IMF'nin yardım ve tavsiyelerini geri çevirerek ülkeyi yabancı sermayeye daha fazla açmak yerine milli parayla spekülasyon yapılmasını önlemek amacıyla sermaye denetimi başlatmıştı. IMF bu uygulamayı eleştirdiyse de daha sonra başarılı olduğunu teslim etmişti.

Euro Bölgesi'nin borç krizi

2010 yılında Euro Bölgesi'ni yakalayan benzeri görülmemiş borç krizi sırasında IMF'nin bağımsız denetçisi bile kreditörün yaklaşımını sert tarzda eleştirmişti. Bağımsız Değerlendirme Ofisi (IEO) 2016 yılında yayımladığı raporda "IMF'nin aşırı iyimser tahminleriyle problemin boyutlarını görmezden gelip, Avrupa'ya farklı yaklaşım gösterdiği izleniminin doğmasına yol açtığını" dile getirmişti.

Yunanistan'da patlak veren kriz İrlanda, Portekiz, İspanya ve Kıbrıs'a da sıçramış, 19 üyeli Euro Bölgesi'ni dağılmanın eşiğine getirip, halkı büyük sıkıntıya sokmuştu.

Yunanistan 298 milyar euro tutarında yardım kredisi almasına rağmen işsizliği yüzde 22,5'in altına indirmek mümkün olmadı. Asgari ücret 863 eurodan 684 euroya düşürüldü, sağlık hizmetlerine ayrılan kaynak yarı yarıya azaltıldı.

Yunanistan'a yardım eden IMF ve Avrupa Birliği ise faiz dışı fazlayla borcunu ödeyebilmesi için Yunanistan'dan gelirinden daha azını harcamasını talep etmeye devam ediyor.

Dejavu

Son aylarda Washington'daki IMF temsilcileriyle buluşan maliye bakanlığı uzmanlarının sayısı oldukça arttı. Kalkınma halindeki ülkelerden ABD'ye akan Dolarlar Amerikan parasının değerini arttırırken, genç sanayi ülkelerinin paraları erimeye devam ediyor.

Gelişmekte olan ülke piyasalarındaki dalgalanmaların odağındaki ülke Türkiye olsa da Arjantin, Macaristan, Mısır, Angola, Ukrayna ve Endonezya'da da yatırımcı riskli hisse senetlerini elden çıkarıp parasını Amerikan varlıklarına yatırıyor.

Arjantin Ekonomi Bakanı yatırımcının, sadece geçen hafta sonu bir günde yüzde 20 oranında değer kaybeden Peso'ya güven duymasını sağlamak amacıyla IMF ile revize edilmiş yardım programının pazarlığını yapmak üzere Washington'a gitti.

Uluslararası Para Fonu ise dikte ettirdiği tasarruf programı doğrultusunda Arjantin hükümetinin enerji teşviklerini azaltıp 95 bin kamu görevlisini işten çıkarmasıyla durumun düzeleceğine güveniyor.

Liranın yüzde 40 oranında değer kaybetmiş olmasına rağmen Türkiye finans krizinin üstesinden gelmek için çabalıyor. Hükümet, halkın sıkıntılarını daha da arttıracağı gerekçesiyle IMF'den yardım istememekte diretiyor. Hangi ülkenin krizi daha sağlıklı atlatacağı merak konusu olmaya devam ediyor.

(Deutsche Welle / Uwe Hessler)


Piyasalarda yüksek volatil dönem

Hızlı fiyat hareketleri ve yüksek volatil dönem piyasalarda gerilimi tırmandırırken sonbaharda fiyat marjlarındaki genişleme devam edecek.
Piyasalarda bir günde oluşan yüksek dalgalanmalar, yatırımcıların karar alma süreçlerini doğrudan etkiliyor. 10 Ağustos Cuma günü doların TL karşısında yüzde 16 değerlemesi bir anda piyasalarda dengeleri değiştirdi. Gün içinde benzer boyutta bir artış en son 2001 yılında yaşanmıştı. Kurdaki bu artış gelişmekte olan piyasalarda da dalgalanmalara yol açarken AB liderleri olası bir krize dönüşme olasılığına karşı açıklamalarda bulunma gereği hissettiler. Ancak yurt içinde bu etki kendisini hissettirdi. BIST 100 Endeksi dolar bazında 14.096 ile 2008 krizindeki seviyelere gerilerken borsada 16,3 milyar TL ile işlem hacmi rekoru kırıldı. Kurdaki dalgalanmayı anlamlandıramayan yatırımcılar ise ister istemez panikledi. Piyasalardaki dalgalanmaları inceleme konusu yapan Nurdan Değirmenci ve Zehra Abdioğlu, “Finansal Piyasalar Arasındaki Oynaklık Yayılımı” isimli çalışmalarında fiyat hareketlerindeki aşırı oynaklığı yatırımcıların karar alma süreçlerini etkileyen belirsizliği temsil ettiğine dikkat çekmekteler. Ağustos ayında finansal piyasalarda yaşanan aşırı dalgalanmalar oynaklığı hızla farklı piyasalara bulaştırıyor. Nurdan Değirmenci ve Zehra Abdioğlu ise oynaklığın bulaşıcılığım oynaklık yayılımı olarak tanımlarken bir piyasada oluşan şokun diğer piyasalardaki oynaklığı arttırdığına dikkat çekiyorlar. Yaşananlar da bu değerlendirmeyi teyit eder nitelikte. USD/TL kurundaki yüksek artışı gelişmekte olan diğer para birimlerine de yansırken dolar karşısında bir günde Güney Afrika Randı yüzde 4,68. Brezilya Reali ve Rus Rublesi yüzde 2 değer kaybetti.

Kuşkusuz finansal piyasalarda yaşanan bu büyük volatil hareketi kısa vadede fırsata dönüştürmek isteyenler de olmadı değil. Ekonomi cephesi ise manipülatif hareketlere karşı sert mesajlar ve önleyici tedbirler alırken piyasaları krize götürecek dalgalanmalara set olma çabası öne çıktı. Bu kapsamda Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın ağustos ayında yabancılara yönelik gerçekleştirdiği telekonferansta önlemlerin yanı sıra yabancı yatırımcıyı piyasaya davet eden değerlendirmeleri öne çıktı. Kuşkusuz yabancı yatırımcıların Türkiye finans piyasalarına yönelmesi oynaklığın durulmasına imkân vereceği gibi ekonomiyi de rahatlatacaktır. Bu noktada bireysel yatırımcının piyasalardaki aşırı dalgalanmalardan zarar görmemesi için spekülatif beklentilerin peşinde koşmaması önemli. Reel temeli olan beklentilere göre hareket edilmesi olası bir kaybın da önüne geçecektir. Ancak tüm yatırımcıların aynı düşünceye sahip oluğunu söylemek zor. Borsada uzun yıllardır yatırımda bulunan Ali Rıza Çimen, finansal piyasalardaki oynaklıktan iyi kazançlar elde edilebileceğini düşünüyor. Kendisinin bu güne kadar fırsatları değerlendirememesini şansızlığına bağlasa da bu dahi spekülasyonlardan istifade etme olasılığının bireysel yatırımcı için ne denli zor olduğu anlamına geliyor.

Halihazırda ekonomi yönetimi tarafından alman tedbirlere rağmen risk varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bulaşıcılık etkisi tüm piyasaların önündeki risk olarak duruyor. Yatırımcıların spekülatif hareketlerin peşine takılıp zarar etme olasılığı yerine uzun vadede kâr edecek alternatiflere yönelme seçeneklerini öne çıkarmaları yerinde olacaktır.

(ZEYNEP AKTAŞ/FORTUNE TÜRKİYE DERGİSİ)

Türkler altından vazgeçer mi

Yükte hafif pahada ağır olması, ihtiyaç duyulduğunda her zaman paraya dönüştürülebilir özelliği altına yönelik talebin güçlü kalmasına yol açıyor.
Altının onsu son iki yılda reel bazda negatif getiri sağlamasına rağmen, Türkiye’de altın dolarla değerlendiği için yeni rekorlar kırdı. Dolar/TL kurunun hızlı hareketiyle birlikte Cumhuriyet altını yılbaşından bu yana yüzde 44 değerlendi. Altın fonları ise yüzde 65’e varan getiriler sağladı. Risklerin arttığı ortamlarda altın yatırımı her zaman tasarruf sahipleri için korunaklı liman olarak öne çıkıyor. Farklı piyasalarda yatırım yapma konusundaki birçok faktör ve hatta paranın tamamının kaybedilme olasılığı yatırımcıları hareket etme noktasında zorlarken altına dair algı oldukça net ve uzun vadede kaybettirme ihtimali seçenekler arasında bulunmuyor. Dünya Altın Konseyi’nin Temmuz 2018 verilerinden derlenen bilgilere göre, Türkiye’nin temmuz ayı itibarıyla 238,3 ton resmi altın rezervi bulunuyor. Bu rakam Türkiye’nin toplam rezervlerinin yüzde 10,3’üne denk geliyor.

Söz konusu 238,3 tonluk resmi altın rezervi ile Türkiye, dünya ülkeleri arasında 19- sırada bulunuyor.

Türk hane halkının hâlâ altına yatırım yapmayı tercih etmesinin birçok nedeni var: Bunların başında insanların enflasyon karşısında birikimlerinin değer yitirmesini istememeleri geliyor. Öte yandan altın güvenli bir yatırım aracı olarak güçlü bir itibara sahip.

Tipik olarak, bu duygu gelecek planları ve acil durumlar için altını öne çıkarıyor. Kuyumcu Remzi Bahar, yatırımla ilgili önyargılarının önceki nesillerden bu yana geldiğini söylüyor ve insanların bu önyargıları sorgulamaktan hoşlanmadıklarını düşünüyor. Bahar, “Özellikle yaşlılar risksiz yatırımlar konusunda tavsiyede bulunurken risk taşıyan diğer yatırımlardan uzak duruyor” diyor.

Altına yönelimi artıran bir başka neden ise gelecekteki getirilerden yoksun kalma kaygısı. Artan küresel riskler karşısında altının değerlenmesi ve oluşabilecek değer artışından yararlanamama çekincesi yatırımcıların altına yönelimi artırıyor. Bu durum birçok yatırımcının daha iyi performans gösteren yatırım enstrümanına geçme kararını alamamasında da önemli bir etken. Şüphesiz altının bu denli rağbet görmesini anlamlandıramayanlar da var. Küresel piyasalarda işlem yapan Aydın Taşdemir “Altın verimsiz bir varlıktır ve fiyatları tipik olarak belirsizlik zamanlarında artmaktadır” diyor. Taşdemir, belirsizliğe ya da kişisel kullanıma yönelik bir hedge olarak altını tahsis etmenin iyi olduğunu düşünse de ötesini anlamsız bulmakta.

Her ne kadar altınla ilgili farklı düşünceler olsa da Dünya Altın Konseyi tarafından, yayınlanan “Altın 2048” raporuna göre Çin ve Hindistan’da orta sınıfın güçlenmesi ve beklenen yüksek büyümenin, küresel bazda altına olan talebi artıracağı belirtilmekte. Analistler altına yatırımın uzun vadede güvenilir liman olarak görülmeye devam edeceğini düşünüyor. Yatırım için altınla ilgili bir tercih sıralaması yapmak gerektiğinde ise gram altın, Cumhuriyet altını ve işçiliği az olan bilezik ilk üçte yer alıyor. Türk insanı için hâlâ önemli bir alternatif olan altın, aşırı değerlenmelerde azaltılarak düşüşlerde ise tekrar artırılarak getirinin çoğaltılmasına olanak tanıyacaktır.

(ZEYNEP AKTAŞ/FORTUNE TÜRKİYE DERGİSİ)