12 Eylül 2018 Çarşamba

Ekonomi yönetiminin önündeki seçenekler güçlü büyümeyi sürdürmek için yeterli mi?

Yükselen piyasaların ve dünya ekonomisinin geleceğine, yeni bir finansal kriz riskine ilişkin tartışmalar listesinde Türkiye ekonomisinin sorunları öne çıkmaya başladı. Bu sorunların derinleşmeye devam etmesi ve Moody's, Standart & Poor's, Fitch gibi kredi derecelendirme kurumlarının Türkiye'nin notunu düşürmesi kaygı yaratıyor.

Bu bağlamda, iki soru ekonomistleri ve yatırımcıları özellikle meşgul ediyor. Birincisi, yeni Cumhurbaşkanlığı rejimi, Türk Lirası'nın, önde gelen yabancı paralar karşısında, yılın ilk sekiz ayında yüzde 40'ı aşan gerilemesine bağlı olarak, gittikçe güçlenen bir borç ödeme, bankacılık sektörü krizi olasılığı karşısında hangi önlemleri almayı düşünüyor?

Merkez Bankası'nın ve ekonomi yönetiminin Cumhurbaşkanlığı'ndan bağımsız olduğuna pek inanan yok. Karar verme süreçlerinde, öncelikleri üzerinde, yaklaşmakta olan yerel seçimlerinin gündeme getirdiği siyasi kaygılar özellikle etkin oluyor.

İkincisi, bu önlemler etkin olmazsa, ya da gereken önlemler alınmakta gecikirse, Türkiye'de patlak verecek olası bir döviz ve borç krizinin yükselen piyasalarda yaygınlaşarak, küresel bir finansal krizi tetikleme olasılığı var mı?

Kaygılar sebepsiz değil

Türkiye ekonomisinin geleceğinden kaygı duyanların haklı gerekçeleri var: Ekonominin yaşam belirtilerini izleyen grafikler yılbaşından bu yana tehlike sinyalleri veriyorlar.

Örneğin, geçen yılın Eylül ayının ilk haftasında, 3,4 dolayında seyreden Dolar/TL kuru, bu yılın aynı döneminde 6,4 ila 6,8 arasında dalgalanıyor.

Dahası, geçtiğimiz Ağustos ayında, Türk Lirası'nın, ABD Doları ve Euro gibi yabancı paralar karşısında değer kaybı hızlanarak, 1994 döviz krizindeki düzeye ulaştı.

Uluslararası yatırımcılar, Merkez Bankası'nın, bu güne kadar bu yükselişi durdurmakta başarısız, özellikle faiz politikasının etkisiz kaldığını düşünüyorlar.

Ağustos ayı enflasyon verileri tüketici fiyat endeksinin yılık artışının yüzde 18 düzeyine ulaştığını gösteriyor.

Bu enflasyon oranı, dayanıklı tüketim mallarında, taze sebze ve meyve fiyatlarında yüzde 30'ların çok üzerinde seyrediyor.

Sanayi fiyatlarındaysa yıllık enflasyon yüzde 32 dolayında gerçekleşti. Ekonomist Mustafa Sönmez tüketici fiyatları enflasyonunun yıl sonuna kadar yıllık yüzde 20 düzeyine ulaşmasını bekliyor. Sönmez Merkez Bankası açıklamalarının da bu beklentiyi desteklediğini düşünüyor.

TL'nin yabancı paralar karşında aşınma sürecindeki hızlanma, hemen her alanda, gıda maddelerinde hammaddelere ve yarı mamullere kadar ithalat yapan Türkiye ekonominde enflasyon oranlarını yukarı doğru itiyor.

Buna karşılık Türkiye ekonomisi devalüasyonun ihracat üzerindeki olası olumlu etkilerinden, ihracat sektörünün yüzde 60'lara ulaşan oranlarda ithalata bağımlı olmasından dolayı yeterince yararlanamıyor.

İhraç edilecek malların üretim maliyetleri TL'nin değer kaybına bağlı olarak sürekli artıyor. Gayrisafi Milli Hasıla'nın yüzde 6,5'ine ulaşan cari açık artmaya devam ediyor. Bu cari açığın yaklaşık yüzde 75'i kısa dönemli sermaye hareketleriyle finanse ediliyor olması da ayrıca bir kaygı konusu.

Etkin önlemler alınmadığı takdirde, TL'nin yabancı paralar karşısında değer kaybetmesinin bir borç krizini tetikleme olasılığı giderek artıyor.

Türkiye'nin toplam dış borcu en son verilere göre 460 milyar dolara ulaşmış durumda. Türkiye ekonomisinin, gelecek yılın Temmuz ayına kadar, 30 milyar doları bu yılın son çeyreğinde olmak üzere, toplam 179 milyar dolar borç ödenmesi gerekiyor.

Sermaye girişlerinin yavaşladığı net sermaye çıkışının yaşandığı bir dönemde, bu borçların ödenmesinin aksama riski artıyor.

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu'na göre "orta vadede özel sektörün bir borç kriziyle karşılaşma olasılığı hâlâ çok yüksek... finans dışı şirketlerin yarısı yurt dışına, yarısı yerel bankalara olan 337 milyar dolar döviz borcu"… "Ülkenin asıl Aşil topuğu"nu oluşturuyor.

Tam da bu nedenlerle, Türkiye'nin kredi risk primi de yükselmeye, Moody's, Standard & Poor's, Fitch gibi kredi derecelendirme kurumları da Türkiye'nin notunu düşürmeye devam ediyor.

Faiz artışının Erdoğan'ın direnci nedeniyle düşük kalması çok yüksek olasılık
Bir döviz ve borç ödeme krizinin engellenebilmesi açısından, 13 Eylül'de yapılacak Merkez Bankası toplantısı büyük önem kazanıyor.

Öyle ki, Banka yönetiminin, "Merkez Bankası fiyat istikrarını desteklemek amacıyla gerekli tepkiyi verecektir. Bu çerçevede, daha önce yapılan iletişimle de uyumlu olmak üzere, son gelişmeler dikkate alınarak Eylül ayı Para Politikası Kurulu toplantısında parasal duruş yeniden şekillendirilecektir" açıklaması bile henüz her hangi bir önlemin gündemde olmamasına karşın Türk Lirası'nın birkaç günde yüzde 2,5 dolayında değer kazanmasına yol açıyor.

Diğer bir deyişle "piyasalar" Merkez Bankası'ndan etkin ve güçlü bir müdahale bekliyorlar.

Uluslararası piyasalar ve Türkiye'ye kredi veren kuruluşlar açısından etkin ve güçlü bir müdahale, faizlerde 500 baz puana ulaşabilecek, belirgin bir artış anlamına geliyor.

Böyle bir adım liradaki değer kaybını, enflasyon artışını kontrol altına alabilecek.

Ancak, faiz artışının beklenen düzeyde gerçekleşmesinin önünde güçlü ekonomik ve siyasi etkenler var.

Hızlı bir faiz artışı, büyük bir borç yükünü taşımaya çalışan özel sektörü ve tüketici harcamalarını olumsuz yönde etkileyerek ekonomideki durgunluk eğilimini güçlendirecek.

Faizlerdeki artışın, genelde yüksek faize karşı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın direnci karşısında, piyasaların beklediği oranın altında kalması çok yüksek bir olasılık.

Yüksek faizin, ekonomide daralma eğilimini güçlendirme olasılığı da, hükümetin gittikçe önem kazanan yerel seçimlere ilişkin hesaplarıyla uyumlu değil.

Özetle, faizleri yükselterek TL'nin değer kaybını ve enflasyonu sınırlamak olanaklı ama bunu yaparken ekonomiyi ciddi siyasi sonuçlar yaratabilecek sert bir durgunluğa itmesi de mümkün.

Diğer taraftan, sık sık Türkiye ile birlikte anılan Arjantin'de Merkez Bankası'nın politika faizini yüzde 60 düzeyine çıkarmasına karşın mali piyasaların güvenini restore edememiş olması da dikkatlerden kaçmıyor.

Çok düşük bir olasılık da olsa krize müdahale seçenekleri arasında sermaye kontrollerine gidilmesi, TL'nin konvertibilitesini geçici olarak kaldırılması, borçların yeniden yapılandırılması da olabileceği konuşuluyor.

Ancak Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Başkanı Abdurrahman Kaan'ın da vurguladığı gibi, Türkiye'de yaşanan ekonomik sorunların sebebi 'borca dayalı bir büyüme'.

Diğer bir deyişle yapısal. Sermaye hesaplarının denetlenmesi, konvertibilitenin kaldırılması, borçlarda yeniden yapılandırmaya gitme talebi kısa dönemde dış kaynak girişini hepten durduracağından, ekonomideki durgunluk eğilimini güçlendirmesi kaçınılmaz.

'Kaya ile sert yer arasında'

Sermaye hesaplarını denetim altına almadan, konvertibiliteyi kaldırmadan da borçların yeniden yapılanmasını talep etmek olanaklı.

Ancak bu geçişi destekleyebilecek mali yardım için Uluslararası Para Fonu IMF'ye başvurmak gerekiyor. Bu da IMF'nin tüm kaynakların öncelikle dış borçlar ödemeye öncelik verecek yönde kullanılması anlamına gelecek olan koşullarını kabullenmeyi gerektirir.

Kısacası, IMF ile yapılacak bir anlaşma, ülkedeki tüketimi, yatırımları kısmayı, katı bir bütçe disiplinini benimsemeyi, sonuç olarak bir süre için ciddi bir ekonomik daralmayı gündeme getiriyor.

Dahası, IMF'den yarım istemenin başka sorunları da var. Bir IMF yardımının, eski Yunanistan Maliye Bakanı Yannis Varoufakis'in işaret ettiği gibi, ülkeyi uzun dönemli çok daha büyük bir borç yükümlülüğü içine hapsetmesi, hükümetin de ekonomi yönetimi üzerindeki kontrolünü hepten kaybetmesi olasılığı çok yüksek.

Görüldüğü gibi ekonomi yönetiminin önünde çok fazla seçenek yok. Bu seçeneklerin hemen hepsi kaçınılmaz olarak ciddi bir ekonomik durgunluk aşamasından geçilmesini zorunlu kılıyor.

Ekonomi yönetimine de, elinden geldiğince bir orta yol izlemek, bu durgunluktan çok fazla hasar yaratmadan geçmeyi ümit etmek kalıyor.

Ancak böyle bir orta-yolun, süreci daha da uzatarak, ekonomideki, halkın refahındaki erozyonu daha da derinleştirmesi, yaygınlaştırması olasılığı da var.

Sonuç olarak, iç ve dış politikada birikmekte olan sorunlar ve riskler bir yana, bir Anglosakson deyişini ödünç alırsak, ekonomi yönetiminin "kaya ile sert bir yer arasında" kaldığını söyleyebiliriz.

Hükümetin ve Türkiye ekonomisinin, buradan hasar görmeden çıkması olanaksız. Bu hasarın ekonomik alanla sınırlı kalacağını, siyasi sonuçlar yaratmayacağını söylemek ise kolay değil.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder