29 Kasım 2020 Pazar

Sana ellerimle unsuz, şekersiz, organik reform yaptım, beğenmedin mi?

 Birkaç hafta önce merkez bankasının garip uygulamalarını kritik etmek amacıyla bir yazı yazmış ve biraz da hicvederek “Beni bir de faizi artırmamış gibi çeker misiniz lütfen?!” şeklinde bir başlık atmıştım. Zamanın terazisi bu kez çok hızlı çalıştı ve doğru ölçüyü bize hemen gösterdi. Sonrasında da Merkez bankasıyla ilgili yaşanan olaylara hep beraber şahit olduk. Şimdi de bir reform söylemi tutturuldu gidiyor. Ama vatandaşın büyük çoğunluğu bu söylemden pek ikna olmuş görünmüyor. Bunu da döviz mevduatlarının hedeflenenin aksine haftalardır yükselmesinden anlıyoruz. Peki neden alınan onca önlem işe yaramıyor?


Merkez Bankası finansal istikrar raporu


Ben, kuruluş amacı devlet bürokrasisine eleman yetiştirmek olan bir okuldan mezun oldum. Birçok arkadaşımın hayali bürokrasi içindeki prestijli kurumlara girip çalışmaktı. Neydi bu kurumlar? Birkaç tanesini sayayım; Merkez Bankası, SPK, BDDK, Rekabet Kurulu, Hesap Uzmanları Kurulu, Maliye Teftiş Kurulu, Hazine Müsteşarlığı. Bazı arkadaşlarım buralarda çalışmaya başladılar, bazılarıysa çok istemelerine ragmen başlayamadılar. Bunun sebeplerinden biri de Türkiye’deki mülakat sisteminden kaynaklanan adaletsizliklerdi. Buna ragmen hala bu kurumlarda çok kaliteli bir insan kaynağı olduğunu hem kendi deneyimlerimden görüyorum hem de uzaktan izleyebiliyorum. Tabii bu arada Hesap Uzmanları Kurulu, Maliye Teftiş Kurulu, DPT gibi kurumların artık var olmadığını hatırlatmakta da fayda var. Her ne kadar bu köşede bazı uygulamarını eleştirsem de, kaliteli insan kaynağına sahip kurumlardan biri de yukarıda bahsettiğim gibi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası(TCMB). Bana, “Türkiye ekonomisiyle ilgili hangi kaynakları takip edebiliriz?” şeklinde bir soru geldiğinde ilk yönlendirdiğim yerlerden biri Merkez bankasının web sitesi oluyor. Hem araştırma çalışmaları hem de periyodik raporları değerli bilgiler içeriyor.


İşte bu periyodik raporlardan biri de “Finansal İstikrar Raporu”. Yılda 2 kere yayınlanıyor, Mayıs ve Kasım aylarında. 2020 yılı ikinci raporu dün yayınlandı. Yine içinde ekonomiyle ilgilenenler için değerli birçok bilgi var. Ben bu raporun “Hanehalkı Gelişmeleri” bölümüne dikkat çekmek istiyorum. Bu bölümde biz bireylerin salgın döneminde tasarruflarını nerelere yönlendirdikleri ve yükümlülüklerindeki değişimlere yer verilmiş. İlginç sonuçlar var.


Vatandaş kredi kullanıp döviz aldı


Şöyle bir salgın başlangıcı olan Mart ayını hatırlayalım. Çoğumuzda bu salgının geçici bir şey olduğu, en geç Nisan-Mayıs gibi sona ereceği ve normal hayatlarımıza döneceğimiz beklentisi vardı. İlk tartışma konularından biri bunun bir arz krizi mi yoksa bir talep krizi mi olduğu yönündeydi. Anlaşıldı ki bu hem bir arz krizi hem de bir talep krizi. Sokağa çıkma yasakları nedeniyle çalışanlar işyerlerine gidemiyorlar, bu yüzden üretimde bir düşüş gerçekleşti. Daha da önemlisi insanlar evlerinden çıkamadıkları için mallara ama özellikle de hizmetlere olan talep sert bir şekilde düştü. Hal böyleyken ilk alınan önlemlerden biri hanehalkının krediye erişiminin kolaylaştırılması oldu. Dolayısıyla çok ciddi bir kredi genişlemesi yaşadı Türkiye. Kredi artışı doğal olarak hanehalkının borçlarını yani yükümlülüklerini artırdı. Asıl önemlisi bu kredilerin kullanım amaçlarıydı. Aşağıdaki grafikten de göreceğiniz gibi kredilerdeki artışa paralel olarak hanehalkının tasarrufları da artıyor. Bu artışın en büyük sebebi kurdaki artış. Aslına bakarsanız, salgın dönemi stratejisi olarak düşük faizle TL kredi kullanan vatandaşlar paralarını dövizde değerlendirmişler. Ve bu strateji tutmuş. Bu, bir ülkenin ekonomi politikalarını belirleme yolunda elinin kolunun bağlı olduğunun resmi maalesef. Çünkü, ekonomi politikalarını uygularken otorite olarak bazı kararlar alırsınız fakat bunun sonucunda gidişatı ekonomik aktörler belirler. Ekonomik aktörleri dörde ayırabiliriz. Hanehalkı, özel sektör, dış alem ve devlet. Bizim örneğimizde bu ekonomik aktörlerden hanehalkının yani bireylerin uygulanan politikalar doğrultusunda hareket etmediği aşikar. Bunun yanında raporu okursanız özel sektörün ve dış alemin de bu doğrultuda hareket etmediğini görebilirsiniz. İşte burada çok önemli bir noktaya geliyoruz. Politika yapıcılar demek ki ekonomideki aktörleri bu politikalara inandıramamışlar. Peşlerinden koşturamamışlar. Sonuç olarak da istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmış.


Neden döviz almaktan vazgeçmiyor bu insanlar?


Maalesef bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Ekonomide ve diğer alanlarda bir reform söylemi var yaklaşık 3 haftadır. Sadece söylem değil, bunun yanında alınan birçok aksiyon da var. Faiz artırımı, aktif rasyosunun kaldırılacağının ilanı, zorunlu karşılık uygulamasının sadeleştirilmesi ve kredi büyümesine bağlanmasının ortadan kaldırılması gibi. Heyhat, bu aksiyonların hiçbiri yurtiçi yerleşikleri, yani kendi vatandaşlarımızı döviz almaktan alıkoyamıyor. Şu anda çözülmesi gereken en temel problemlerden biri bu. Neden alıkoyamıyor sorusunu sorduğunuzda cevabı da çok uzakta aramaya gerek yok sanırım. Ben bir nefeste birkaç sebep sıralayayım;


1) Bu ülkenin Merkez bankası başkanı henüz 3 hafta önce gece yarısı operasyonuyla görevden alındı,


2) Bundan iki gün sonra ülkenin en güçlü bakanı aynı zamanda Cumhurbaşkanı’nın damadı hala bimediğimiz bir nedenle ve garip bir yöntemle istifa etti,


3) Faizin neden enflasyonun netice olduğu argümanı dillendirilmeye devam ediyor,


4) Zaten kamu kaynaklarının son derece kısıtlı olduğu böyle bir dönemde Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi denilen Kanal İstanbul projesinin hayata geçirileceği açıklanıyor,


5) Hukukta reform söylemleri sonucu yaşanan bir dizi olay neticesinde iktidar partisinin kuruluşundan beri en önemli figürlerinden biri olan Bülent Arınç görevinden istifa ediyor,


6) Her gün AB ve Amerika’dan yaptırım kararlarına ilişkin haberler yayınlanıyor.


7) İktidardaki ittifak partilerinden birinin açıkça desteklediği bir mafya babası ana muhalefet partisi liderini açıktan tehdit ediyor ve kendisine sahip çıkılıyor.


Liste daha uzatılabilir ama burada keselim şimdilik. Evet birilerinin samimi çabaları olabilir. Evet yeni görevlere getirilen kişiler ehil ve güvenilir olabilir. Ama yukarıda saydığım, yaşadığımız ve hala yaşamakta olduğumuz bu olayların da bu ülke vatandaşının belleğinden silinmesi gerekir. Bunun yapılacağına ilişkin esaslı ve tutarlı bir yaklaşım görülmediği sürece kısa vadede istenen sonuçlar alınsa bile orta ve uzun vadede beklenen sonuçların alınması çok zor gözüküyor.


Emrah LAFÇI

https://www.dunya.com/kose-yazisi/sana-ellerimle-unsuz-sekersiz-organik-reform-yaptim-begenmedin-mi/601718


ABD-Çin ticaret savaşında yeni halka RCEP

 Türkiye bir yandan ekonomik krizi, bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “hukuk ve ekonomide reform” sözünün sınırlarının nereye uzanacağını tartışırken, uzakta, çok uzakta kritik gelişmeler yaşanıyor.


ABD ile Çin arasındaki, Başkan Obama döneminde “rekabet”, Başkan Trump döneminde ise “soğuk savaşa” dönüşen ticaret kapışması, Asya’da kurulan dünyanın en büyük serbest ticaret bloğu ile yeni bir aşamaya geçti. 8 yıl süren görüşme maratonunun ardından 10 ASEAN ülkesi ile, Çin, Avustralya, Güney Kore, Japonya ve Yeni Zelanda arasında Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık anlaşması (İngilizce adıyla Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP) imzalandı.


Müzakerelerin başından beri yer alan ve ancak geçen yıl görüşmelerden -şimdilik - çekildiğini açıklayan Hindistan da, eğer isterse önümüzdeki yıllarda anlaşmaya dahil olabilecek.


Ekonomi siyaseti ezdi geçti...


Paktın imzalanması kritik önemde; Asya ülkeleri aralarındaki çok çeşitli ve kapsamlı siyasi sorunları bir tarafa bırakarak, ekonomik kalkınmaya öncelik verdiklerini ortaya koydular.


Mesela Japonya ve Avustralya gibi, güvenlik konularında Batı’yla, özellikle de ABD ile birlikte hareket eden ülkeler, konu ticaret olunca ABD’nin “can düşmanı” Çin’le anlaşma imzalamaktan çekinmediler.


Anlaşma Çin açısından da bir ilk; Bu güne kadar hep ikili serbest ticaret anlaşmaları yapmayı tercih etmiş olan Çin ilk kez bir ticaret bloğunun içine girmiş oldu.


RCEP’in imzalanmasında Başkan Trump’ın, Obama döneminde ABD öncülüğünde imzalanan Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşmasından (TTP) çekilme kararı da etkili oldu. ABD’nin bıraktığı boşluğu Çin doldurdu. Şimdi yeni Başkan Biden’ın nasıl bir politika izleyeceği merak konusu. Amerikan basınında Biden’ın ABD’yi de bir şekilde bu dev ticaret ortaklığına dahil edebileceğini de, RCEP’e karşı mevcut müttefiklerle -özellikle Avrupa ülkeleri- birlikte karşı atağa geçebileceğini tahmin edenler de mevcut . ABD’nin özellikle anlaşmanın parlamentolardan geçip, onaylanma aşamasında etkisini kullanıp, -deyim yerindeyse- sabote edebileceği konuşuluyor.


Anlaşma, Çin açısından sadece ABD’ye karşı bir “ticaret üstünlüğü” değil, aynı zamanda bir “halkla ilişkiler zaferi” de barındırıyor; RCEP, Batı’da başlayan “Covid 19 pandemisinin kaynağı olan Çin’e yaptırım uygulanması” harekatını başlamadan bitirecek ölçüde büyük bir zafer.


RCEP anlaşması ne içeriyor, güçlü yönleri, zafiyetleri...


RCEP anlaşmasının ana içeriği üye ülkeler arasındaki gümrük vergilerinin kaldırılması. Ancak anlaşmada, imzacı ülkelerin ekonomilerindeki zayıf ve hassas alanları korumak için sektörel bazda gümrük arttırımı yapabilmelerine olanak sağlayacak hükümler de mevcut. ( RCEP’in bu zayıflığına rağmen Peterson Enstitüsünün önümüzdeki on yıl içinde anlaşma sayesinde küresel ticarette 500 milyar dolarlık bir artış yaşanacağını tahmin ettiğini de ayrıca not düşmek gerekiyor).


RCEP anlaşmasının güçlü tarafı ise menşei kuralı konusundaki maddeleri;


Asya’daki mevcut ikili ya da çok taraflı serbest ticaret anlaşmalarına rağmen, tedarik zincirinde malların farklı parçalarının farklı ülkelerde üretilmiş olmasından dolayı gümrük vergisi ödeme zorunluluğu ortaya çıkabiliyordu.


Ancak RCEP’in menşei kuralı hükümleri şirketlere, blok sınırları içinde kalmak kaydıyla, hiçbir vergi ödemeden tedarik zinciri oluşturmalarına imkan tanıyor. Böylece RCEP sayesinde Kuzeydoğu Asya ile Güneydoğu Asya ekonomileri birbirine bağlanmış oluyor.


Bu durum ayrıca, ABD ya da diğer Batı ülkelerinden Çin’e karşı oluşabilecek olası bir ekonomik yaptırım kararında, Vietnam, Tayland ya da Malezya gibi ülkelerde yapılacak yatırımlarda Çin mallarının rahatça kullanılabilmesinin önünü de açıyor.


RCEP’deki diğer eksiklikler, çevre koruma, fikri mülkiyet hakları, teknoloji transferi ya da işçi sendikaları gibi konulara hiç girmemesi. Oysa 2016 yılında ABD öncülüğünde Asya ülkeleriyle imzalanan-2017’de Trump’ın kararıyla ABD’nin çıktığı-TTP’de çevre ve bağımsız sendikalara atıflar bulunuyordu.


Türkiye’yi nasıl etkiler?


RCEP bloğunun kurulmasının Türkiye’ye hem olumlu, hem olumsuz etkileri olabileceği tahmin ediliyor;


Olumlu yönü, halihazırda Asya’da üretim yapmakta olan Türk firmaları açısından tedarik zinciri kurmanın çok kolaylaşacak olması.


Olumsuz yönü ise şu; Blok içindeki ticaret hacmi arttıkça, Türkiye’de üretilmekte olan mallara yönelik ihtiyacın da azalması söz konusu olabilir. Mesela Türkiye’de üretilip Çin’e ihraç edilen bir malı, Çin blok içinde gümrük vergisi olmadığından daha ucuzabulabilir.


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta AB’ye yönelik “kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” sözlerini bir de bu açıdan okumak gerekir;


Türkiye, Gümrük Birliği yoluyla AB ticaret bloğu içinde yer alıyor. Türkiye’ye coğrafi olarak çok uzak konumdaki Asya’da böyle bir bloğun kurulması karşısında, Türkiye’nin yeniden yanıbaşındaki Avrupa’ya yüzünü çevirmeye çalışması son derecek kritik önem taşıyor.


Zeynep GÜRCANLI

https://www.dunya.com/kose-yazisi/abd-cin-ticaret-savasinda-yeni-halka-rcep/601186


26 Kasım 2020 Perşembe

Tesla'nın piyasa değeri artıyor: 500 milyar doları aştı

 Milyarder iş adamı ve girişimci Elon Musk'ın sahibi olduğu elektrikli araçlar üreten Tesla Inc. firması 500 milyar dolar piyasa değerini geçerek 519 milyar dolar ile dünyanın en değerli şirketleri listesinde çok sayıda büyük markayı geride bıraktı. Kısa süre içerisinde yüzde 500'lük değer kazanan Tesla hisse senetleri son yaşanan yüzde 5 artış ile Wall Street'te işlem gören -altıncı sırada Berkshire Hathaway firmasının ardından- en değerli yedinci şirket haline geldi.


Euronews'te yer alan habere göre; 16 Kasım'dan bu yana %30 artış yaşayan Tesla, hisse artışı sayesinde ürettiği araç sayısı Toyota, Volkswagen veya General Motors üretimlerinden çok daha düşük olmasına rağmen dünyanın en değerli otomobil markası konumuna geldi.

Tesla'nın yanı sıra diğer elektrikli otomobil üreticileri de benzer şekilde değerlenmeye devam ediyor. Bunda yeni ABD başkanı olacak olan Joe Biden'ın elektrikli araç ve şarj istasyonlarına vereceği destek planlarının da etkisi var.


25 Kasım 2020 Çarşamba

Faizde 2018’i bir kez daha mı yaşayacağız?

 ✔ 1 Haziran 2018; görünür faiz yüzde 8'den bir hamlede yüzde 16.50'ye çıkarıldı ama bu operasyon kur artışını durduramadı. Çünkü fiili faiz zaten yüzde 16.50'ydi.Faiz daha sonra iki hamlede yüzde 24'e yükseltildi.


✔ 19 Kasım 2020, görünür faiz yüzde 10.25'ten yüzde 15'e çıkarıldı ama bu operasyon da kur üstündeki baskıyı hafifletmedi. Çünkü fiili faiz zaten yüzde 14.87'ydi.


✔ İki yıl sonra aynı operasyonu yapıp farklı sonuç bekliyoruz!


Merkez Bankası’nın faizi ne kadar artırdığı 30 Ekim’de İzmir’i de etkileyen depremin büyüklüğü gibi oldu. Dünyadaki çeşitli ölçüm merkezleri bir yana, bizim Kandilli Rasathanemiz bile depremin büyüklüğünü 6.9 olarak ilan ederken, kimin ölçümüdür bilinmez birileri 6.6’da ısrar etti ve etmeye de devam ediyor.


Merkez Bankası’nın 19 Kasım’daki faiz artışında da durum böyle; ama depremin büyüklüğünden farklı olarak bu kez ısrarla oranın daha fazla olduğu savunuluyor.


Kağıt üstünde kalan, uygulanmayan ve hiçbir işlevi olmayan faiz 4.75 puan artırıldı, doğru; ama gerçek artış daha önce de yazdık, yalnızca 0.13 puan.


Birileri 4.75’te ısrar etsin, biz 0.13 diyelim; bunun çok da yok. Depremin büyüklüğünün 6.6 ya da 6.9 olmasının da bir öneminin bulunmadığı gibi... Önemli olan sonuç. Ayda bebek annesiz kaldı mı, anneler evlatlarını yitirdi mi, siz ona bakın. Depremin büyüklüğü ister 3 olsun, ister 4. Sonuç önemli sonuç!




ARTIŞ 4.75 PUANSA KARŞILIĞI NİYE ALINAMADI?


Dövizin o hızlı gerilemesi; doların 8.50’lerden 7.60’lara, euronun 10’lardan 9’lara düşmesi daha faiz artırılmadan gerçekleşmişti, önce bunu kabul edelim. O iki kilit noktadaki görev değişimiydi temel etken. Sanıldı ki ekonomi politikasında köklü değişiklikler olacak. Eş zamanlı olarak bir de hukuk reformu gibi ne anlama geldiği muğlak da olsa bir takım yeni sayılabilecek vaatler de dile getirilince kur biraz daha geriledi.


Peki şimdi hangi noktadayız?


Hadi faizin 4.75 puan artırıldığını kabul edelim. Yüzde 10.25’ten yüzde 15.00’e... Yüzdenin yüzdesini almak pek doğru değilse de neredeyse yarı yarıya bir artış.


Faiz bu kadar artırılınca döviz niye tepesine balyoz yemiş gibi yere serilmedi? Üstelik önceki hafta yabancı çıkışı durmuş ve 900 milyon doların üstünde giriş yaşanmışken...


Geçelim siyasi etkenleri, geçelim genel güvensizliğin yok olmadığı gerçeğini...


19 Kasım kararının siyaset ve genel güvensizlik ortamına baskın gelebilmesi için gerçekten faiz artırımı yapılması gerekirdi. Kabul edelim artık, 19 Kasım’da o günkü ortalama fonlama maliyeti olan yüzde 14.87’nin bir tık bile sayılmayacak kadar üstüne ancak çıkıldı.


TARİH GİBİ FAİZ KARARLARI DA TEKERRÜRDEN İBARET Mİ?


Gelin sizi iki yıl önceye, 2018’in mayısına götürelim...


Merkez Bankası piyasayı tümüyle geç likidite penceresinden fonluyor. Dolar mayısa 4.04’ten başlıyor ve bir ara daha ay bitmeden 4.85’e ulaşıyor. Müthiş bir artış var. Bunun üstüne GLP faizi, yani ortalama fonlama maliyeti yüzde 13.50’den yüzde 16.50’ye yükseltiliyor.


Merkez Bankası 1 Haziran’dan geçerli olmak üzere tüm faizleri GLP düzeyine, yüzde 16.50’e çekiyor. TL’nin ateşi biraz olsun düşüyor. (Doların değil, TL’nin ateşi düşüyor; çünkü hasta olan TL!)


Ne var ki bünye zayıf, 8 Haziran’da faizler bir kez daha yükseltiliyor. Fonlamada ağırlık artık gecelik faizde.


Ve tarihi bir hata yapılıyor; faiz 8 Haziran’dan 13 Eylül’e kadar sabit tutuluyor.


Türkiye rahip krizinin kıskacında. Kur tırmanıyor, Merkez Bankası seyrediyor ve dolar 7 lirayı aşıyor. (Tablodaki kur Merkez Bankası’nın günlük ortalamasından oluşturuldu, anlık şekilde 7 liranın geçilmesi bu yüzden görünmüyor.)


14 Eylül’den geçerli olmak üzere politika faizinin 6.25 puan artırılması ve fonlamada bu kanala dönülmesi kaçınılmaz oluyor. Bu operasyonla birlikte kur belirgin şekilde aşağı geliyor.


1 HAZİRAN 2018-19 KASIM 2020; İKİZ KARDEŞ!


1 Haziran 2018’de ne olduğuna dikkatle bakmak gerek. Haftalık repo ihale faizi yüzde 8’den tam yüzde 16.50’ye çıkarılmış.


Peki ortalama fonlama ne kadar artmış; sıfır! Çünkü Merkez Bankası kağıt üstündeki faizi ortalama fonlama düzeyine çekmiş.


Bu operasyon, içinde bulunduğumuz günlerle ilgili bir çağrışım yapıyor değil mi...


19 Kasım’da da aynısı yapılmadı mı. Haftalık repo ihale faizi ortalama fonlama düzeyine çekildi. Yapılan 1 Haziran 2018’dekiyle neredeyse aynı.


Ama bakın 1 Haziran 2018’deki bu operasyon işe yaramamış ve sonrasında faizi iki hamlede yüzde 16.50’den yüzde 24’e çıkarmak gerekmişti.


Merkez Bankası bu oranları ve iki yıl önce yaşananları bilmiyor olabilir mi? Öyleyse iki yıl sonra niye aynı operasyonu yapıp farklı sonuç bekliyoruz; bunu anlayabilen varsa bize de anlatsın!




Alıntı:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/faizde-2018i-bir-kez-daha-mi-yasayacagiz/601329


Capri Pantolon, Oxford Ayakkabı, Panama Şapka, Bermuda Şort

 Bazı yerler, yöreler şapkadan tutun ayakkabıya kadar isimleri kullanıldığı için şanslı kabul edilir; sık hatırlanır, dilden düşmez.


Örneğin “Capri Pantolon”; şorttan uzun, pantolondan kısa bir giysi. İlk kez moda tasarımcısı Sonja de Lennart tarafından 1948 yılında sunulan bu giysi 50’li ve 60’lı yıllarda en çok kullanıldığı ve görüldüğü yer olan İtalya’nın Capri Adası ile özdeşleşmiştir. Ünlü sinema oyuncusu Audrey Hepburn ile ünlenen pantolon sonraları Brigitte Bardot ve Marilyn Monroe ile daha da geniş kitlelere yayılmıştır. Yılda 2.3 milyon ziyaretçi tarafından ziyaret edilen bu küçük adanın ismi ile tanınan bu pantolonun 70’li ve 90’lı yıllarda modası geçer gibi olmuşsa da 2000’li yıllarda tenis oyuncusu Rafael Nadal ve Kate Middleton gibi ünlüler tarafından tekrar gündeme taşınmıştır.


Üniversitesi ile ünlü Oxford şehrinin adını taşıyan ayakkabı ise 1800’lü yıllarda Oxford’da öğrenciler tarafından çok kullanılması nedeniyle bu adı almıştır ve hala bu ad altında şık giyinen erkekler tarafından tercih edilmekte ve kullanılmaktadır.


“Panama Şapka” bir cins palmiye ağacı yaprağının lifleri kullanılarak örülen, genellikle açık renkte, hava alabilen ve sıcak havalarda tercih edilen bir giysidir. “Panama Şapka” 2013 yılında UNESCO tarafından fiziki olmayan kültürel miras listesine dahil edilmiştir. Şapka Hercules Poirot, Robert Redford "Muhteşem Gatsby", Gregory Peck "Bülbülü Öldürmek" gibi birçok ünlü film karakteri tarafından kullanılmıştır. Ayrıca Michael Jackson tarafından ünlü müzik videolarında kullanılmıştır.


“Bermuda Şort” ilk kez 1914 yılında Bermudalı işyeri sahibi Nathaniel Coxon tarafından personelin sıcak havada rahat çalışması için kullanılmaya başlanmıştır. Daha sonraları Bermuda’da görev yapan İngiliz askerleri tarafından kullanılmaya başlanmış ve yayılmıştır. Ünlü moda dergisi Vogue ilk kez 1948 yılında “Bermuda Şort” tabirini kullanmıştır. Hala yaygın şekilde kullanılan “Bermuda Şort” olimpiyat açılış törenlerinde Bermuda ekibi tarafından resmi giysi olarak kullanılmaktadır.


Bir yerde, yörede filizlenen, kullandıkça geniş kitleler tarafından benimsenen, o yer ve yörenin adıyla anılan ürünlerin kazandırdığı kalıcı ün eşsiz bir fırsat yaratmaktadır. Modası geçmeyen ikonik giysiler ya da aksesuarlar şehir, yöre markalarına değer katmaktadır. Moda tasarımı alanında oldukça gayret sarf edilmiş ve bu alan uzun süre desteklenmiş olmasına rağmen bir yerimiz ile bir şehrimiz ile özdeşleşen ve küresel alanda benimsenen bir giysi ya da aksesuarımız yoktur.


Yukarıda örneklerini verdiğim “Panama Şapka” ya da “Bermuda Şort” gibi sorun gideren ve / veya ihtiyacı karşılayan, kalıcı olarak kullanılabilen ürünler üzerine odaklanılsa belki de şimdiye kadar bir şehrimizin, bir yöremizin adını küresel alanda tanıtmak daha kolay olacaktı. Bunun için yerel yönetimlerin şehirde yaygın işkollarını; mesela ayakkabı, mesela gelinlik, mesela mobilya bu alanda teşvik etmesi, eğitmesi gerekecektir. Aksi halde bir başkalarının yaptıklarını yaparak ne şehirlerimizi ne de ülkemizi markalaştırmak mümkün olmayacaktır.


Haftanın Şehri: Tuttlingen, Almanya


TUTTLINGEN Güneydoğu Almanya’da yer alan 35 bin nüfuslu bir yerleşim olup kendini “Dünya Cerrahi El Aletleri Merkezi” olarak konumlandırmaktadır. Dünya cerrahi el aletleri ihtiyacının %50’si bu küçük şehir tarafından karşılanmaktadır.


Bu alanda 150 yıllık bir geçmişi olan Tuttlingen’de yer alan dünyanın önde gelen Aesculap, Karl Storz, KLS Martin Group ve Smith & Nephew gibi üreticiler ile onlara hizmet veren yüzlerce küçük işletme bu unvanın sürdürülmesine yardımcı olmaktadır.


Alıntı:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/capri-pantolon-oxford-ayakkabi-panama-sapka-bermuda-sort/601317


İkitelli Organize Sanayi Bölgesi’ne (İOSB)

 İkitelli Organize Sanayi Bölgesi’ne (İOSB) gittik. Yıllarca etrafında dolaştığımız İOSB’yi Başkan Mahmut Aydın, Başkanvekili Nuri Konak, Yönetim Kurulu Üyesi Dursun Uzunhasanoğlu ve Bölge Müdürü İhsan Özleyen’den dinledik.


Nuri Konak, söze İOSB’yle ilgili temel bazı verilerle girdi:


- 30 bin işyeri faaliyet gösteriyor. Hepsinde üretim yapılıyor. Toplam 300 bin kişi çalışıyor. Türkiye ve Avrupa’nın en büyük OSB’siyiz.


Mahmut Aydın, İOSB’yi şöyle tanımladı:


- Buradaki işyerlerinin alanları kendilerine yetmez oldu. İkitelli, buradaki şirketler için Ar-Ge merkezine dönüştü.


Konak sürdürdü:


- İOSB’de büyüyen firmalar başka yerlerde fabrika yatırımları yaptı, yapıyor. Doluluk oranı yüzde 98. Kalan yüzde 2’yi de işyeri yatırımlarını tamamlamayan kooperatifler oluşturuyor.


Aydın, İkitelli’deki sektör sayısına işaret etti:


- Burada 100’ü aşkın sektörde faaliyet gösteren firmalar yer alıyor.


İOSB için gurur kaynakları arasında bulunan bir ürüne dikkat çekti:


- Türkiye’nin ilk insansız hava aracı (İHA) ve silahlı insansız hava aracı (SİHA) burada üretildi. Baykar’ın önceki fabrikası İOSB’de.


Konak, bölgenin kuruluşunun Bedrettin Dalan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı dönemine uzandığını anımsatıp ekledi:


- İOSB’de 38 ayrı kooperatif var.


Aydın, İkitelli OSB’nin ilk kurulduğu dönemin arsa bedeliyle ilgili örnek verdi:


- Mercedes 200 model otomobil fiyatına burada 10 dönüm arsa almak mümkündü.


İkitelli OSB’nin kuruluş gerekçesine işaret etti:


- Kurucu müteşebbisler, tarihi yarımadada üretimlerini sürdürmelerinin imkansız hale gelmesi üzerine harekete geçmişti. İOSB, 700 hektarlık alan üzerine müteşebbislerin kendi öz kaynaklarıyla kurduğu bir sanayi, ticaret ve KOBİ şehri.


Konak, İOSB’nin tüzel kişilik kazanmasının Ekim 2001’de gerçekleştiğini kaydedip şu verileri sıraladı:


►450 megavat kurulu elektrik gücü, 170 kilometrelik 35 kilovolt yüksek gerilim yer altı kablo hattı, 425 adet trafo merkezi var.


►Günde 2.5 milyon kilovatsaat elektrik tüketiliyor.


►Su tüketimi günde 30 bin metreküp düzeyinde bulunuyor.


►Günde 550 bin metreküp doğalgaz tüketiliyor.


► 32 bin telefon aboneliği var.


►25 kilometrelik ana arter yol var.


Aydın, İOSB’ye günlük 170 bin araç giriş-çıkışı olduğuna vurgu yaptı:


- Günlük 400-500 bin kişilik yolcu, 50 bin tonluk eşya hareketi gerçekleşiyor. OSB’mizi “sanayi, ticaret ve istihdamın başkenti” olarak görüyoruz.


Konak, bölgedeki üretim çeşitliliğini şu mesajla ortaya koydu:


-Burada ayakkabı çivisinden uzay mekiği parçasına kadar çok farklı ürün üretiliyor.


İkitelli OSB, 30 bin işyeri, 300 bin kişilik istihdamla, birçok ili geride bırakıyor...




İkitelli OSB, yatırım için İstanbul dışına açılmaya hazırlanıyor


İkitelli OSB Başkanı Mahmut Aydın, kendi şirketinin 3 ayrı fabrikada üretim yaptığını belirtti:


- İkitelli'deki yerimiz yetmez olunca üretim için Adapazarı'na gittik.


Ardından İkitelli OSB olarak yeni yatırım arazisi arayışında olduklarını bildirdi:


- İstanbul'a yakın illerden birinde 4 milyon metrekarelik OSB arazisi arayışımız var.


Aydın, hangi ile gidecekleri konusunda net bilgi vermemekle birlikte, Trakya Bölgesiyle ilgili şu yorumu yaptı:


- Trakya'da işçi bulmak zor.


Söz işçi bulamamaktan açılınca İOSB Başkanvekili Nuri Konak, İkitellide de benzer sıkıntıyı yaşadıklarını kaydetti:


- İkitelli OSB'nin içindeki 38 kooperatifin sınırları bellidir. Hangi kooperatifin bölümüne giderseniz gidin, kapılarda eleman arayışını yansıtan ilanlar görürsünüz.


Bir tarafta yüksek işsizlik, diğer tarafta eleman bulamamaktan yakınan işverenler...


Bu sorunun kaynağına inmek, çözüm yolları bulmak mümkün değil mi?


İhracatı 7 milyar doları yakalıyor


İkitelli OSB Başkanı Mahmut Aydın, bölgenin İstanbul ve Türkiye ekonomisindeki yerini anlatırken vergiyi örnek gösterdi:


- İstanbul'un vergi gelirlerinin 3'te biri İkitelli OSB'den sağlanıyor.


Ardından ihracata işaret etti:


- Bölgemizden gerçekleşen yıllık ihracat 7 milyar dolara yaklaşıyor.


İOSB, 7 milyar dolarlık ihracatıyla iller sıralamasında ilk 5-6’ya girebiliyor.


40 cami ve meslek liseleri var, üniversite kurmayı da planlıyor


İkitelli OSB Başkanvekili Nuri Konak, katkıda bulundukları meslek okullarıyla ilgili şu bilgiyi verdi:


- 2011 yılında Bağcılar Güngören Sanayi Sitesi içerisinde çeşitli meslek dallarında eğitim veren Mesleki Eğitim Merkezini kurduk. Ayrıca Türkiye'deki OSB'lerde kurulmuş en büyük meslek lisesini de sanayimizin hizmetine sunduk.


Özel İkitelli OSB Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesiyle ilgili şunları anlattı:


- Özel okul ve kolej statüsünde. Eğitim ücreti alınmıyor. Yani öğrenciler yüzde 100 burslu olarak eğitim görüyor.


Bölge içerisinde ayrıca 5 okulun bulunduğunu vurgulayıp sürdürdü:


- Kendi üniversitemizi ve hastanemizi kurmak üzere bölgemiz içinde arsalarımız hazır.


İOSB Başkanı Mahmut Aydın araya girdi:


- Başakşehir Çam ve Sakura Hastanesi'nin açılması sonrası İOSB'nin içinde hastane yapma konusunda kararımızı yeninden gözden geçireceğiz.


Aydın, bölgedeki cami sayısını da aktardı:


- 40 camimiz var...


Alıntı:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/burada-30-bin-is-yeri300-bin-calisan-var-ikitelli-bize-yetmiyor/601332


Ayçiçeği yağında fiyat artışı durdurulamıyor

 Ayçiçeği tohumunda 20 gün önce gümrük vergisi sıfırlandıktan sonra bu kez ham ayçiçeği yağında gümrük vergisi yüzde 36'dan yüzde 3'e düşürüldü. Bugün (25 Kasım 2020) Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı ile ham ayçiçeği yağı ithalatında alınan yüzde 36 gümrük vergisi yüzde 3'e, ton başına alınan 280 Euro olan Toplu Konut Fonu ödemesi 60 Euro'ya düşürüldü. Yeni oranlar 1 Temmuz 2021 tarihine kadar geçerli olacak.


Fiyat düşmüyor, ithalat pahalı hale geliyor


Artan ayçiçeği yağı fiyatlarını düşürmek için devlet gümrük vergilerinden vazgeçiyor. Önce ayçiçeği tohumunda vergiler sıfırlandı. Şimdi de ham yağda vergi yüzde 3'e düşürüldü. Ancak yapılan bu düzenlemeler fiyatları düşürmediği gibi, ithalatı daha da pahalı hale getiriyor. Türkiye'nin ayçiçeği tohumu ve ham yağ ithalatı yaptığı ülkeler, gümrük vergisindeki düşüş kadar fiyatlarına zam yapıyor. Bu nedenle yapılan düzenlemelerle devletin vazgeçtiği vergi geliri ithalat yapılan ülkedeki üretici,ihracatçıların cebine giriyor. Ayrıca vergi indirimini önceden haber alanlar yaptıkları bağlantılarla haksız kazanç elde ediyor.


Ayçiçeğinin tonu 700 dolara dayandı


Cumhurbaşkanlığının 5 Kasım 2020'de Resmi Gazete'de yayınlanan karı ile ayçiçeği tohumu ithalatında yüzde 3 olan gümrük vergisi ve ton başına 100 Euro Toplu Konut Fonu kesintisi sıfırlandığında ayçiçeğinin tonu 550-560 dolar seviyesindeydi. Gümrük vergisi ve Toplu Konut Fonu kesintisi sıfırlandıktan sonra ayçiçeği ithal edilen ülkedeki satıcılar bunu fiyata yansıtmaya başladı. Bugünlerde ayçiçeği için 690 dolar teklif ediliyor. Devletin vazgeçtiği vergi, yurtdışındaki üreticinin,satıcının cebine giriyor.


Ham yağ fiyatı 800 dolardan 1200 dolara çıktı


Ayçiçeği tohumunda olduğu gibi ham yağda da fiyatlar artıyor. Sezon başında tonu 800 dolar olan ham ayçiçeği yağının tonu bugünlerde  1180-1200 dolar seviyesine geldi. Bugün Resmi Gazete'de yayınlanan karar ile devlet aldığı vergilerden ton başına 360 dolardan vazgeçiyor. Sektör temsilcilerine göre ham yağ satanlar bunu fiyatlara yansıtacaklar ve Türkiye önümüzdeki günlerde 360 dolar daha fazla ödeyerek ham yağ ithal etmek zorunda kalacak.


Türkiye ayçiçeği ithalatında dünya lideri


Tarım ve Orman Bakanlığı'nın Kasım ayı Ürün Masaları Ayçiçeği Raporu'na göre dünya ayçiçeği ithalatında Türkiye, yüzde 37 pay ile dünya lideri. İkinci sırada 28 üyeli Avrupa Birliği var. Avrupa Birliği üyesi 28 ülkenin ithalattaki payı yüzde 19 olurken. Türkiye tek başına dünya ithalatının yüzde 37'sini gerçekleştiriyor.


Tarım Bakanlığının raporuna göre, Türkiye’nin ayçiçeği tohumu ithalatı 2016 yılında 382 bin ton olarak gerçekleşti. Bu ithalat için 263 milyon dolar  2019 yılında 1.1 milyon ton ithalat için 516 milyon dolar ödendi. Bu yılın ilk 9 aylık döneminde 905 bin ton ithalat yapıldı. Geçen yıl ithalat ağırlıklı olarak Moldova, Romanya ve Rusya’dan yapılırken, bu yıl, Rusya, Bulgaristan, Çin, Romanya ve Moldova ön plana çıktı.


Tüketici daha pahalıya yağ tüketecek


Türkiye, ayçiçeği üretimini artırmak yerine ithalata dayalı bir politika uyguladığı için dışa bağımlılığın faturasını tüketici ödüyor. Pandemi sürecinde artan talep, Rusya ve Ukrayna'da üretimin azalması nedeniyle ithalat daha pahalı hale geldi. Artan fiyatlar nedeniyle tüketici her geçen gün daha pahalıya ayçiçeği  yağı almak zorunda kalıyor. Marketlerde litresi 18-19 lirayı, 5 litrelik pet şişede ayçiçeği yağı 70-75 lirayı gördü.


Yapılan son düzenlemenin fiyatları düşürmeyeceği, ithalatın pahalı olması nedeniyle daha da artacağı iddia ediliyor.


Döviz-faiz-borsa sarmalının çaresi üretim ekonomisidir

Döviz-faiz-borsa sarmalının çaresi üretim ekonomisidir

Döviz kurlarındaki artışın önüne geçmek için sermaye sahipleri çözüm olarak ısrarla faiz artışını dayattılar. Nitekim Para Piyasaları Kurulu (PPK), son toplantısında neredeyse yüzde 50 oranında bir artış gerçekleştirdi. Kapitalist piyasa ekonomisinde kur artışını dengelemek için faiz artışlarına yönelmek geçici bir çözüm gibi görülse de ekonomide istikrarı sağlayamaz. Kur artışlarını etkileyen iç ve dış birçok faktör vardır. Küresel sermaye sahiplerinin manipülasyonları, ithalat-ihracat dengesi ve cari açık, bütçe açıkları, ödemeler dengesi, uygulanan ekonomik politikalar, enflasyon beklentileri, döviz girdisi sağlayan sektörlerin durumu ve siyasal istikrarsızlık bunlardan bazılarıdır.

Yapısal reformlar yapılmadıkça ekonomide istikrar sağlanmaz

Yapısal reformlarla piyasalarda güven tesis etmek ve yatırım için istikrarlı bir zemin oluşturmak önemli bir adımdır. Bununla birlikte kaynakları üretime yönlendirip istihdam alanları açmak, döviz kurlarında artışa ve enflasyon baskısına neden olan cari açığı azaltacak politikalar geliştirmek de gerekir. Paradan para kazanan sermaye gruplarının döviz kuru ile piyasaları baskı altına aldıkları aşikârdır. Bu baskı sonrasında faiz artırımına gidildiğinde kısa süreli bir düzelme görülebilir. Ancak yapısal reformlar yapılmadıkça ekonomide istikrar sağlanmaz. Artırılan her faiz puanı borçlanmalarda hazineye milyarlarca liralık ek yük getirmekte, yatırıma yönelmesi beklenen kamu kaynakları faiz ödemeleri ile heba olmaktadır. Artan faizler yatırımları engellediği için üretim ve istihdam sekteye uğramakta ithalat-ihracat dengesini bozarak cari açık, enflasyon ve kur artışları ile yeni bir kısır döngüye dönüşmektedir. Küresel ekonomik sistem, döviz-faiz-borsa üçlüsü ile paradan para kazanma üzerinde kurgulanmıştır. Yani her durumda kazanan, yine sermaye sahipleri olmaktadır.

Alıntı

Independent Türkçe



23 Kasım 2020 Pazartesi

Yurt içi orijinal günah 36 milyar dolar

 Türkiye yıllar sonra yeniden yüksek borç sarmalına girdi. Katlanarak artan borcun önemli bir kısmı ise döviz!

Kamu dövizle iç borçlanmada rekor kırıyor! Ekimde sene başına göre yüzde 46.8 oranında artışla 1 trilyon 108.3 milyar liraya ulaşan iç borç stokunun, 301.5 milyar lira (36.3 milyar dolar) ile yüzde 27.2'sini döviz ve altın cinsinden iç borçlanma oluşturdu. Sözcü’den Mehtap Özcan Ertürk’e konuşan İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Binhan Elif Yılmaz, iktisat teorisyenlerince, bir ülkenin yurtiçi piyasalarda yerli para birimi ile sabit faizle ve uzun vadeli borçlanamaması durumuna ‘yurtiçi orijinal günah' dendiğini belirterek, sözlerine şöyle devam etti: ”İç borç stokumuzun son iki yıldır risk görünümü tam da bu ‘yurt içi orijinal günah'ın varlığını kanıtlıyor. Giderek artan iç borçlanmanın döviz cinsinde yoğunlaşması, finansal sistemi kırılgan hale getiriyor.”

KAMU BORCU HIZLA ARTIYOR

Devletin borcu her geçen ay hızla artıyor. Merkezi yönetim brüt borç stoku, ekim sonu itibarıyla 1 trilyon 934.7 milyar lira oldu. Döviz borcunun toplam borç içindeki payı ise yüzde 58.3’e çıktı. Hazine, yurtiçi piyasalardan da döviz ve altın cinsi borçlanmayı hızla artırıyor.

Türkiye’den dengeleri değiştirecek doğalgaz hamlesi

 Türkiye'nin son dönemde gemilerle çeşitli ülkelerden taşınan sıvılaştırılmış doğalgaza (LNG) ağırlık vermesinin enerji piyasalarına etkisini değerlendiren Enerji Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Rahmi İncekara, “Boru hatları üzerinden sevk edilen gaz, LNG’ye göre daha pahalı, o yüzden ülkemizin enerji faturalarını düşürmek için bu hamleyi yapması gerekiyordu. Bu adım başta Rusya olmak üzere boru hattıyla Türkiye’ye doğalgaz ihraç eden ülkeleri ciddi anlamda kaygılandırdı” dedi.

Türkiye’nin Karadeniz'de 405 milyar metreküplük doğalgaz rezervi keşfi ile hem piyasada elinin güçlenmesi hem de kontratlarda büyük indirimlerin olması bekleniyor. Ayrıca, özellikle 2020 yılı içerisinde doğalgaz piyasasında LNG’ye yönelmesi başta Rusya olmak üzere bazı uluslararası enerji şirketlerini harekete geçirdi. Türkiye’nin LNG adımını değerlendiren İstanbul Kent Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Lojistik Bölüm Başkanı  Dr. Öğr. Üyesi Rahmi İncekara, bu dönemde boru hatlarıyla ithal edilen gazın miktarı yüzde 24,8 azaldı, LNG ithalatı ise yüzde 44,8 artış gösterdiğini aktardı.

Türkiye bu süreçte sıvılaştırılmış doğalgaza daha fazla ağırlık verdiğini söyleyen Dr. Öğr. Üyesi  İncekara, “Türkiye enerji stratejini sıvılaştırılmış doğalgaz üzerine kurmaya başladı. Bu adım başta Rusya olmak üzere boru hattıyla Türkiye’ye doğalgaz ihraç eden ülkeleri ciddi anlamda kaygılandırdı. Karadeniz’de keşfettiğimiz 405 milyar metreküplük doğalgaz rezervi de pazarlıklar konusunda Türkiye’nin elini güçlendirdi” dedi.


DOĞALGAZ İTHALATI YÜZDE 3,5 DÜŞTÜ


LNG’ye geçişin Rusları telaşlandırdığını aktaran Dr. Öğr. Üyesi Rahmi İncekara, “Türkiye doğalgaz ithalatında konusunda önemli bir değişikliğe gitti. Daha önce boru hatları üzerinden alınan doğalgaz yerini daha ucuz ve rekabet açısından daha avantajlı olan, enerji faturalarını da en aza indirgemesi beklenen sıvılaştırılmış doğalgaza (LNG) bıraktı. Bu hemen rakamlara da yansıdı. Türkiye’nin Kovid-19’un da etkisiyle küresel anlamda petrol talebinin daralmasıyla 2019 yılına göre yüzde 3,5’luk doğalgaz ithalatında düşüş oldu. Ülkemiz ihtiyacını artık LNG üzerinden gerçekleştiriyor böylece boru hatlarındaki maliyetini en aza indiriyor” diye konuştu.


Faturalara yansımasının 6 ayı bulacağını söyleyen Dr. Öğr. Üyesi İncekara, “LNG’de öne çıkan ülkeler ise ABD, Katar, Cezayir. Boru hattıyla alınan doğalgazda ise Rusya’nın etkisi kırılarak Azerbaycan ve İran’a yönelim oldu. Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığında yüzde 41’lik bir daralma meydana geldi. Bu daralma Rusların dikkatini çekti, onlardan LNG’ye alternatif olarak spot piyasada belirlenen boru gazı hamlesi geldi. Rus Gazprom Export şirketi, Elektronik Satış Platformu (ESP) üzerinden spot boru gazı için ihale düzenledi. Yani, şirket spot fiyatlarla doğalgaz satarak, Türkiye pazarını korumak istiyor. Doğalgazdaki fiyat değişimleri piyasaya 6 ile 9 ay içerisinde yansır. Ülkemizin daha ucuz kaynaklara yönelmesi yavaş yavaş faturalara yansıyacaktır” ifadelerini kullandı.


22 Kasım 2020 Pazar

Krizin garajı varlık fonu

 TVF'nin Turkcell operasyonundan sonra özellikle "mega proje" diye adlandırılan İstanbul Havalimanı, köprü, otoyol, şehir hastaneleri gibi büyük batık projelerin "garaja çekilmesi" ihtimal dâhilinde.

Bir anonim şirket olarak 2016’da kurulan ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yönetim kurulu başkanı, damadı Hazine Bakanı Berat Albayrak'ın da yardımcısı olduğu Türkiye Varlık Fonu (TVF), en büyük operasyonunu GSM şirketi Turkcell'i satın alarak yaptı ve yeni hâkim grup sıfatıyla gündeme oturdu. Öyle görünüyor ki TVF, pandemi ile pekişen krizde, önümüzdeki günlerde yeni satın almalarla adından daha çok söz ettirecek. TVF'nin, kriz koşullarında yüzdürülemez durumda olan başka şirketleri de çatısı altına alacağından söz ediliyor.


Örneği petrol üreticisi ülkelerde görülen gerçek varlık fonlarından çok Hazine’ye paralel bir bütçe özelliği gösteren TVF, hesap vermezliği ile öne çıkıyor. Gerçek varlık fonları biriktirilmiş sermayelerine, servetlerine yatırım alanları ararken, TVF borçla kaynak bulma peşinde. TVF, Hazine garantili 1 milyar avro borçlanmasının ardından yönetimini ele geçirdiği Turkcell için yine bono ihracı ile borçlanmaya gidecek.


TVF'nin özellikle "mega proje" diye adlandırılan İstanbul Havalimanı, köprü, otoyol, şehir hastaneleri gibi büyük batık projeleri "garaja çekmesi" de ihtimal dâhilinde.


Örnekleri daha çok petrol üreticisi ülkelerde görülen ve elde birikmiş serveti verimli yatırım alanlarında değerlendirmek üzere kurulmuş varlık fonlarına sadece ismi benzeyen “sermayesiz-servetsiz” TVF, kurulduğu 2016 yılından bu yana ne olacağına pek karar veremezken son zamanlarda şirket kurtarma operasyonları ile dikkat çekti. 


Önceki hafta, Türkiye’nin en büyük GSM şirketini, ayağına dolanmış bazı bağlardan koparan da TVF oldu. TVF, operasyona, çatısı altında tuttuğu Ziraat Bankası üstünden girdi. Ziraat, TVF aktifindeki bir kamu bankası. Banka’nın Turkcell’de hisseleri var, ayrıca Turkcell’in diğer ortağı Çukurova’dan kredi alacakları var. Fon, bankanın bir anlamda sahibi olarak operasyona dâhil oldu. Şirketten ayrılmak isteyen İskandinav Telia şirketinin hisselerini satın aldı, diğer kurucu ortak Çukurova’dan hisseler satın aldı, sonra da bu hisselerin bir kısmını bir Rus şirketine sattı. Bütün bu karışık ve anlaşılması bir hayli yorucu işlemlerden sonra TVF, şirkette yüzde 26 dolayında hisse ile hâkim ortak durumuna geliyor. 


Turkcell’in yönetiminde yaklaşık 15 yıldır, karmaşık ortaklık yapısı ve hisse oranlarının getirdiği hukuki uzlaşmazlıklar nedeniyle kaos vardı. AKP iktidarı, hisse oranlarıyla ile ilgili hukuki kaosu kullanarak zaten Turkcell yönetiminde söz sahibiydi. Bu operasyondan sonra dokuz kişilik yönetim kurulunun beş üyesini TVF atayacak duruma geldi. 


Yabancı ortak Telia, Türkiye’nin dâhil olduğu bölgeden çekilme kararı almış ve bir an önce hisselerini devretme arayışındaydı. TVF, Ziraat üstünden operasyona dâhil oldu ve yürüttü. Telia yüzde 24’lük hissesini ucuz fiyata, 530 milyon dolara satarak Türkiye’den çıktı. Turkcell’in kurucusu Mehmet Emin Karamehmet’in Çukurova Grubu ise Ziraat Bankası’na olan borcuna mahsuben tüm hisselerini, Ziraat’ın de sahibi olan Varlık Fonu’na devredecek. Ziraat Bankası da artık tahsil edilemez duruma gelen 1.6 milyar dolarlık Çukurova kredisini bu yolla tahsil edeceği için rahatlatılmış olacak. Satın almalarla hisse oranını yüzde 13.2'den yüzde 24.8’e çıkaran Rus şirketi LetterOne da kârlı bir iş yapmış sayılıyor.


Operasyon ile ilgili olarak TVF Genel Müdürü Zafer Sönmez’in söyledikleri önemli. Şöyle konuştu Sönmez: “Turkcell, bugün artık bir mobil operatör değildir. Dijital dönüşümün lideri, bir ödeme sistemleri şirketi, bir telekomünikasyon altyapı şirketi, bir tüketici finansmanı şirketi, dijital hizmetler topluluğudur. Hisse sahipleri böyle bakarlarsa, Turkcell'in değerinin, şu an piyasada gördüğümüz yüzde 10'a yakın artışa rağmen çok düşük olduğunu düşünüyoruz. Bize inanan ve bizim gibi bakan LetterOne'ın hissesini iki katına kadar artırarak yüzde 24,8'e çıkarmasının ana sebebi budur."


Bütün bu hisse alım satımlarının resmileşmesi yıl sonunu bulacak. Çünkü şirket genel kurullarında kararların onaylanması gerekiyor. Asıl soru şu: Turkcell operasyonunu TVF hangi parayla yapıyor? 


TVF, 1.6 milyar dolar Ziraat Bankası’na, 530 milyon dolar Telia’ya ödeyecek. Hisselerin bir kısmını Rus şirketi LetterOne’a satsa bile, yaklaşık 2 milyar dolar ya da bunun TL karşılığını bulmak zorunda. Böyle bir para TVF kasasında yok. O nedenle yakın zamanda TVF, yüklü iç ve dış borçlanmalara çıkmak zorunda. Beklenen, çıkaracağı borç senetlerini TVF çatısı altındaki kamu bankalarının alması. Başta Ziraat olmak üzere kamu bankaları Halk ve Vakıflar Bankası, yakın zamanlarda Hazine tarafından yeniden sermayelendirildiler. Bu üç bankaya 21 milyar TL enjekte edildi. Konu TVF tarafından şöyle duyuruldu: “Söz konusu işlemin finansmanı, T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ikrazen ihraç edilen devlet iç borçlanma senetlerinin piyasa rayicinden bankalara satışından elde edilecek nakitle karşılanacaktır. Söz konusu sermaye desteği ile finansal ve ekonomik istikrarın sağlanmasında kritik rol üstlenen kamu bankalarının COVID-19 salgınının ekonomi üzerindeki etkileri ve buna bağlı küresel piyasadaki dalgalanmalara karşı daha güçlü hale gelmeleriyle önümüzdeki dönem büyüme stratejilerini sürdürmeleri amaçlanmaktadır.”


TVF’den başka şirketler için kurtarma operasyonlarının eli kulağındadır. Bunu TVF Genel Müdürü Sönmez de her fırsatta söylemekte, özellikle stratejik özellikteki şirketlere destek vereceğini belirtmektedir. “Mega proje” olarak adlandırılan döviz riski yüksek işlerin altına girmiş şirketlerin TVF çatısı altına girmesi sürpriz sayılmayacaktır.


TVF, yakın zamanda bir dış borçlanmaya girerek de İstanbul Finans Merkezi’nin inşaatını üstlenen şirketleri kurtarmıştı. Al-Monitor okuyucularına Ekim 2019’da duyurduğumuz haberde Fon, Hazine’nin garantörlüğünde borçlanmıştı. Borçlanma sağlayan kreditörler Citibank N.A. London Branch ile Çin bankası ICBC liderliğindeki bir bankalar konsorsiyumuydu. 1 milyar avroluk kredi iki yıl vadeli verilmişti. 


Kısa sürede bu kaynakla ne yapılmak istendiği de anlaşıldı. Fon, batık durumdaki İstanbul Finans Merkezi projesinin üstlenici inşaat firmalarından “yükümlülük” satın almaya karar vermişti. Hem de 1,7 milyar TL’ye yakın bir meblağ tutarında. Yükümlülükleri satın alınarak kurtarılan üç firma, adı AKP dönemi ile neredeyse özdeşleşen, hızla palazlandırılan Ağaoğlu İnşaat ile İntaş ve YDA idi.


Mekanizma, karmaşık görünse de görmek isteyen için pek de öyle değil. TVF, yapacakları kurtarma operasyonları için Hazine’nin yanı sıra kamu bankalarını kullanıyor. Kamu bankalarının buradan uğrayacakları kan kaybı, arada bir sermaye enjeksiyonları ile Hazine’den karşılanıyor. Hazine de buradan kaynaklanan ağır borç stoku ile bir kara delik olma yolunda, vergi mükelleflerinin boyunduruğu olmaya doğru ilerliyor.


22.06.2020

Mustafa Sönmez

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2020/06/turkey-wealth-fund-becoming-crisis-shelter-covid19-turkcell.html


Yabancılar uzaklaşıyor, Saray yalnızlaşıyor

 Türkiye'yi 18 yıla yakın bir süredir yönetmekte olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını ayakta tutan en önemli etkenlerin başında yabancı kaynak girişi de sayılabilir. İktidara geldiği 2002’den itibaren hızlanan yabancı kaynak girişiyle yükselişe geçen AKP, yabancı kaynakta geri çekiliş yaşanan son üç yılda önemli gerilemeler yaşadı, yaşıyor. 


İlk başlarda yabancıları Türkiye’ye çeken AKP iktidarının kendisinden çok, ülkenin 2001'de yaşadığı kriz sonrası tabi tutulduğu IMF merkezli büyük onarım operasyonuydu. Dünya ekonomisinin rüzgârlarının dönemsel seyri de AKP yelkenlerini şişirdi ve 15 yılda ülkeye hem doğrudan yatırım, hem de borsaya girişler ve dış kredi olarak toplam 525 milyar dolar aktı. Bu, yıllık 35 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi demekti. Oysa AKP öncesi Türkiye’ye 1984-2002 dönemindeki 18 yılda yabancı kaynak girişi sadece 41 milyar dolardı. AKP’nin neredeyse bir yılında giriş yapan yabancı kaynak, önceki 18 yıllık girişe yakındı.


Ancak, yabancı kaynak ile yükselen, siyasi tırmanışını da sürdüren AKP, son yıllarda hızla yabancı sermaye kaybına uğruyor ve bununla birlikte siyasi düşüşü de hızlanıyor. Sadece son 2,5 yıldaki çıkışlar 15 milyar doları buldu. Özellikle de 2020'nin kayıpları dikkat çekici. 


Doğrudan yatırıma yabancılar uzun süredir gelmiyor. Yatırım gibi resmi istatistiklerde görünen daha çok gayrimenkul alımları. En son Turkcell’deki hissesini satan Telia'nın uzaklaşması dikkat çekti. Türkiye'ye yatırma niyetlenen Volkswagen, cazip devlet teşviklerine rağmen gelmeyeceğini açıkladı. 


Borsaya gelen yabancılar da hızla çıkıyorlar, en çok da bu kanaldan çıkışlar dikkat çekici. 


Yabancı girişi yerine çıkışlar, döviz rezervlerini de eritiyor. İlk dört ayda döviz rezervlerindeki 25 milyar dolarlık erime, yabancıların yarattığı boşluktan da doğdu. 


Yabancıları yeniden çekecek "hikâyesi" ise pek kalmadı iktidarın. Güvensizlik risk göstergesi CDS verilerinden izlenebiliyor. Yabancı kaynak olmayınca, ekonomiyi çevirmek de zor. AKP'nin sonunu hazırlayacak en önemli törpü, yabancıların göçü gibi görünüyor. 


Türkiye gibi iç tasarruf oranları düşük, dolayısıyla büyüme için dışarının kaynaklarına ihtiyaç duyan çevre ülkelerin, ekonomik ve buna bağlı olarak siyasi kaderlerini daha çok dış kaynak trafiği belirledi denebilir. İster doğrudan yatırım, ister ülke borsalarındaki hisse senetlerine, devlet iç borçlanma kâğıtlarına yatırım, isterse dış kredi biçiminde olsun, akan yabancı kaynağın niceliği, ülkede yerli paranın, rezerv para ABD doları karşısındaki değerini de belirliyor. Kaynak akışı yüksek ise bekleneceği gibi döviz fiyatı da düşük seyrediyor. Bu fiyatla ithalat cazip hâle geliyor ve hızlanıyor. Bir yandan her türlü mamul ithal mal, bir yandan yerli üretim için kullanılan girdi, ara malı, yatırım malı ithalatı kamçılanıyor. 


Ülke yeterince döviz kazanamıyorsa -- Türkiye gibi -- döviz açığı, yani cari açık veriyor ama açığı, yeni dış kaynak girişleriyle finanse etmeyi deniyor. Bunu yapabildiği sürece çark dönüyor ama açık artık yeni kaynak girişi ile kapatılamayınca ülkedeki döviz talebine arz cevap veremiyor, dövizin fiyatı yükseliyor, bununla birlikte birçok denge bozuluyor; enflasyon tırmanıyor, talep geriliyor, arz düşüyor ve büyümenin yerini küçülme alıyor. Tırmandıran, yükselten yabancı kaynak rüzgârı artık ters dönmüş, yükselme yerini gerilemeye bırakmıştır. 


Bu, yıllardır Türkiye’nin de hikâyesi ve şimdilerde de bu yaşanıyor. 


Yabancı kaynak akışı, ülkenin cazibesi kadar dünya konjonktürüne de bağlı. 2000’li yılların 2008 küresel krizine kadar olan bölümünde yaşanan küresel likidite bolluğundan 2002 Kasım ayında iktidara gelen AKP iktidarı da faydalandı ve hem özelleştirmeye çıkarılan KİT’lere, hem bankacılık sektörüne görülmedik ölçüde yabancı sermaye girişi yaşandı. Dışarıdan borçlanmaya çıkanlar eli boş dönmedi ve bu durum küçük dalgalanmalar dışında 2017 sonuna kadar sürdü. 


Ama son 2,5 yıldır şemsiye ters dönmüş durumda: Giriş yerine 15 milyar dolarlık çıkış yaşandı. Artık döviz açığı ya da cari açık, dışarıdan bulunan kaynaklarla değil, Merkez Bankası’nın bir kısmı emanet dövizleriyle finanse edilmeye çalışılıyor. Doğrudan yabancı sermaye girişi neredeyse durdu. Doğrudan yatırım olarak son 2,5 yılda istatistiklerde görünen 14 milyar dolarlık doğrudan yatırım girişinin 10 milyar dolarını gayrimenkul satışları oluşturuyor. Satılan konut, arsa, ofis gibi gayrimenkuller, ödemeler dengesinde doğrudan yatırım olarak yer alıyor. 


Şimdilerde doğrudan yatırıma gelenlerden hisselerini satıp çıkanlar da oluyor. Son örneği, mobil telefon operatörü Turkcell’in kurucu ortaklarından İsveç merkezli Telia firması oluşturdu. Telia yüzde 24’lük hissesini 530 milyon dolara sattı. Bu işlem Telia için “sat-kurtul” diye yorumlandı. 


Yatırım iştahsızlığının bir diğer örneği, Alman Volkswagen’in Ege bölgesinde Manisa’da 2020 başında yapacağı duyurulan otomobil fabrikası yatırımından vazgeçtiğini duyurması ile yaşandı. AKP rejiminin yılda 40 bin araç satın alma garantisi ve başka teşvikler vererek çekmeye çalıştığı bu yatırım, pandemi koşulları gerekçe gösterilerek rafa kaldırıldı. Bu karar, Saray’da büyük hayal kırıklığı yarattı. 


Kararın duyurulduğu gün Rekabet Kurumu’nun ülkedeki diğer Alman otomotiv firmaları hakkında inceleme başlatması ise pek “manidar” bulundu. Haberi Deutsche Welle Türkiye şöyle verdi: “Rekabet Kurumu, Alman otomobil devleri Audi, Porsche, Volkswagen, Mercedes-Benz ve BMW'ye yönelik soruşturma kararı aldı. Karar, VW'nin Türkiye'de fabrika açma planını iptal etmesinin ardından geldi.”


Yabancıların uzak durmaları, portföy yatırımlarında da görülüyor. Yabancılar hem hisse senedi satarak hem de devlet iç borçlanma kâğıtlarından çıkarak uzaklaşıyorlar. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre mayıs sonu itibarıyla iç borç stoku 1 trilyon TL düzeyinde. Yabancı payı özellikle son aylardaki hızlı çıkışlarla yüzde 4.3’e kadar geriledi. Oysa daha 2012 yılında yabancıların payı yüzde 23’ün üzerindeydi. 2017 sonunda yüzde 19.4 olan yabancıların payı, 2020 Mayıs sonu yüzde 4.3’e kadar indi.


Hisse senedi piyasasında da yabancı yatırımcının payı yüzde 50’nin altına indi. Oysa daha bu yılın başında, 23 Ocak’ta yabancının borsadaki payı yüzde 65.8 seviyesindeydi. Yabancının payının en yüksek olduğu tarih ve oran ise Kasım 2007’deki yüzde 72.3 seviyesiydi. 


Yabancı yatırımcının uzak duruşu, ağırlıkla güven ile ilgili. Güven göstergesi sayılan risk primi (CDS), son iki yıldır aylık ortalama olarak 400’den aşağıda değil. Bu, emsal çevre ülkelerin en az iki katı bir risk göstergesi demek. Bu göstergenin özellikle Erdoğan’ın tek adamlığını icra ettiği cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ana unsuru olduğunu hatırlatmak gerekir. Bir anlamda yabancıların uzaklaşması, Saray’ın yalnızlaşması anlamına da geliyor.


10.07.2020

Mustafa Sönmez

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2020/07/turkey-foreign-investors-flee-ankaras-isolation-grows.html


Kredi ile ısınan ekonomiye döviz şoku

 Krediyle körüklenen iç talep ekonomide birçok yan etkiye yol açarken, son döviz şokunun ardından sonbaharda sert bir türbülansın gelmesinden endişe ediliyor.

Pandeminin yükseldiği 2020 ikinci çeyrek döneminde yüzde 10'un üstünde küçüldüğü tahmin edilen ekonomiyi çukurdan çıkarmak için haziran başından itibaren hızlandırılan bol ve ucuz kredi pompalaması, beraberinde bir ısınmayı getirmişken sert bir döviz yükselişi ile şoke oldu. 


Tüketiciler, kamu bankalarının öncülük ettiği bir yıl ödemesiz, bol taksitli ucuz krediye adeta hücum etti. Konut satışları hızlandı, otomobilde görülmedik bir talep özellikle ikinci el piyasayı coşturmuş durumdaydı. Kredi ile kışkırtılan iç talep, duran sanayi çarklarını da çalışır hale getirdi. İhracatta fazla bir kıpırdama görünmese, turizm komadan çıkmasa da ekonomi iç talep artışı ile toparlanma çabasındaydı. 


Ne var ki özellikle kamu bankalarına verilen direktif ile dağıttırılan kredilerin kışkırttığı talep, birçok yan etkiye yol açıp, tuzaklar da kuruyor. Talep artışı, beraberinde tüketici enflasyonunu da kışkırttı. Yıllığı yüzde 12'yi bulan enflasyon ürkütüyor. Canlanan sanayiinin ithalat talebi arttı ama ihracat ve turizmden döviz girmeyince döviz açığı, cari açık büyüyor. 


Açığın finansmanı için, yabancı kaynak girişi yerine çıkış var ve Merkez Bankası eldeki kıt rezervleri ile yangına su yetiştirmeye çalışıyor. Ancak, yetişemiyor ve kontrol edilmeye çalışılan dövizde yeni tırmanışlar başladı. 6 Ağustos’ta dolar fiyatı 7 TL’den 7.30 TL’ye kadar çıktı. Öyle görünüyor ki, haziran-eylül döneminde yaşanacak yalancı baharı, ekim ile birlikte kış karşılayacak.


Britanya merkezli ekonomi gazetesi Financial Times (FT), pandemi tam da kontrol altına alınmadan başlatılan ekonomide açılmanın, kredi ile ısınmanın tehlikeli bir kumar olduğunu yazdı. 3 Ağustos’ta Türkiye muhabiri Laura Pitel’in imzasıyla yayımlanan “Erdoğan hızlı iyileşme konusunda kumar oynarken Türkiye rezervlerini bitiriyor” başlıklı makalede, ülkenin turizm sektörünün zorda olduğu ve yatırımcıların "kaçıştığı" ifade edildi. 


Pitel, Ankara'nın bu şartlar karşısında yeni bir döviz krizini önlemek için milyarlar harcadığını yazdı. FT, Türkiye'nin krizdeki ekonomik yaklaşımını yüksek riskli olarak nitelendirirken, hızlı iyileşme yönünde atılan adımların kumar olduğunu ifade etti.


Makalede, pandeminin turizmde yarattığı çöküntünün Türkiye’nin finanslarında açığa neden olduğu, bu yılın başından itibaren resmi rezervlerde 13 milyar dolar azalma gerçekleştiği vurgulandı.


FT haberi aslında yeni bir unsur içermiyor. Türkiye’de uzun zamandır yapılan analizleri özetliyor. Ama yine de konuyu mercek altına alan FT olunca olanlar oldu. Piyasalar dalgalandı ve Türkiye’den sermaye çıkışı hızlandı. Özellikle döviz rezervinin düzeyi ve kura müdahale şekline odaklanan, bunun canlanan ekonomiyle çeliştiğini vurgulayan analiz, yabancı yatırımcılar üzerinde etkili oldu. Londra swap piyasasında TL faizleri yeniden yüzde 1000’i aştı. Yabancı satışlarının etkisiyle bankalar öncülüğünde düşen borsada, bir aşamadan sonra yerli yatırımcılar da satışa katıldı.


Özünde, bağıra çağıra gelen ve sonunda bir döviz şoku yaşatan “yeni sarsıntı” kimseyi şaşırtmıyor. Çünkü özellikle 2018 Haziran ayından itibaren uygulamaya başlanan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, Türkiye’nin yaşamsal ihtiyaç duyduğu yabancı kaynakları elinde tutan Batılı yatırımcıları “bekle-gör”e soktu. Yeni sistem Erdoğan’a olağanüstü “tek adam” yetkileri tanıyor, parlamentoyu işlevsizleştiriyor, yargıyı daha çok Saray’ın vesayeti altına sokuyor. Bağımsız medyadan pek eser kalmadı.


Erdoğan Londra’da verdiği mülakatlarda Merkez Bankası’nın bağımsızlığını anlamsız bulduğunu söyleyip bir de Hazine ve Maliye Bakanlığı gibi kilit bir koltuğa damadı Berat Albayrak’ı oturtunca yabancılar biraz daha uzaklaştılar. ABD ile Rahip Brunson krizi bütün bunlara tuz biber ekerken Türkiye 2018’de sert bir döviz türbülansı yaşadı ve ekonomi 2019 ortalarına kadar daraldı. Ama bu arada, bugün de devam eden yabancı yatırımcı çıkışları başladı. Öyle ki son bir yılda borsadan 16 milyar dolarlık çıkış gerçekleşti. Çıkan yabancılar geri dönmedikçe döviz fiyatının tırmanışı hep bir tehdit olarak varlığını korurken, fırtına 6 Ağustos’ta patladı ve dolar fiyatı bir günde yüzde 4 arttı.


Erdoğan rejimi, ekonomideki daralmayı, Merkez Bankası’nın yönetimini değiştirip ona düşük faizli para politikası dikte ederek aşmak istedi. Umulan şey, enflasyona rağmen düşürülmüş faizlerin ekonomiyi canlandıracağıydı. Ama aynı zamanda döviz fiyatlarının artışını da önlemek gerekiyordu. Bunun için de Merkez Bankası piyasaya müdahil oldu, kamu bankaları üstünden döviz satarak fiyatlara ayar verdi.


Ancak döviz, TL’ye güvenmeyen tasarrufçu tarafından halen talep ediliyor ve tasarruflarda payı yüzde 53’e kadar çıktı. En yakın 12 ayda çevrilmesi gereken dış borç 170 milyar dolara yaklaşıyor ve bunun için de döviz talebi var. Ne kadar azaltılsa da ithalat için de dövize ihtiyaç var.


Yükselen döviz talebine karşılık, döviz girişleri ihracatın düşmesi, turizmin pandemi nedeniyle çökmesi sonucu azaldı ve Merkez Bankası’nın döviz taleplerine yetişip fiyat artışını önlemesi, ancak swap işlemiyle döviz bulmasına kaldı. Bu yolla da 16 milyar doları Katar ve Çin’den, kalanı içerideki bankalardan olmak üzere 60 milyar dolara yakın döviz bulundu. Toplam rezervlerdeki payı yüzde 68’i bulan bu tahta bacaklı önlem ile zaman kazanılsa da uzun vadede dövizi kontrol giderek zorlaşıyor. 


İşte 3 Ağustos’ta FT’de yer alan makale de buna işaret ediyor. Mart-mayıs arasında geniş anlamda işsizliğin yüzde 52’ye kadar çıkmasına yol açan daralmayı, haziran başında ekonomiyi açarak aşmak, bunun için tüketicinin aklını geri ödeme süresi uzun, fiyatı düşük kredi ile çelmek, oynanan kumarın adı. Kredi hacmi hızla artırıldı, özellikle konut, otomobil, ihtiyaç kredisi kullanan tüketicinin borç stoku 737 milyar TL’ye ulaşarak son yedi ayda yüzde 25 arttı.


Konut, otomobil, beyaz eşya, mobilya satışları artıyor, talep canlanıyor, buna bağlı olarak sanayi çarkları yeniden hareketleniyor, bekleyişler yükseliyor. Ama bu ısınma ile birlikte bir yandan tüketici fiyatları tırmanıyor, bir yandan üretimin ihtiyacı olan ithalat için döviz talebi döviz fiyatlarını yükseltiyor. 


Ekonomiyi ısındırma, içeriye ve dışarıya tam da güven vermiş görünmüyor. Çünkü hâlâ eline TL geçen, artacağı beklentisiyle döviz alıyor, yabancılar Türkiye’de kalmak istemiyorlar. Ağustos başında 560’a çıkan Türkiye’nin risk primi (CDS), yükselen ülkeler arasında birinci basamaktaki yerini korurken en yakınındaki Güney Afrika’nın priminden yüzde 84 yukarıda.


Isınmanın arkasından gelen döviz sıçramasının ekonomiyi soğutmasından ama daha sert bir türbülansın sonbahar aylarında gelmesinden herkes endişe ediyor. Bu endişe, kontrol altına alınamayan pandemi ile de ilgili. Birçok konuda olduğu gibi pandemi verilerinde de şeffaf davranmayan rejimi tekzip edercesine vaka sayılarında yaşanan tırmanma, hükümetin ekonomi politikasına olduğu kadar, pandemiyi yönetme performansına da güveni azaltıyor ve bu da güvensizliğe tüy dikiyor.


10.08.2020

Mustafa Sönmez

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2020/08/turkey-record-slump-of-turkish-lira-hits-economic-revival.html


Ekonomide ısınmadan soğumaya geçiş

 COVID-19 pandemisinin de etkisiyle mart ayından itibaren tüm dünyada olduğu gibi ağır bir küçülme, soğuma yaşayan Türkiye ekonomisi, haziran başında ani bir ısınma, canlanma çabası içine sokuldu. Daha önce denendiği gibi Merkez Bankası, Türk Lirası kredilerini alabildiğine genişletti. Kredi faiz oranlarını düşürdü, krediye erişimi kolaylaştırdı ve ilk yılı ödemesiz, uzun vadeye yayılan kredilerle konut, otomobil, elektronik vb. dayanıklı tüketim malı alımları, hatta iç turizm için kredileri bollaştırdı. 


Bu hamle, özellikle de iktidarın doğrudan kontrol ettiği ve bankacılık sektörünün üçte birinden fazlasını elinde tutan kamu bankalarını harekete geçirerek yapıldı. Özel ve yabancı bankalar da kredi musluklarını açmaya zorlandı. Haziran başından itibaren bu ısınma, canlanma adımı işe yaramış göründü ve mart-mayıs döneminde neredeyse bıçak gibi kesilmiş olan konut, otomobil satışları hızla sıçradı, iç talep, tüketici kredileri ile yükseldi ve durmuş sanayi çarkları işlemeye, geleceğe dönük beklentiler iyileşmeye başladı. 


Ne var ki iki ayı bulmadan iki yan etki, ekonominin motorunda hararet yaptı ve bir yandan tüketici enflasyonunun düşmeyen ateşi, bir yandan döviz fiyatının artık bastırılamayan fiyatı ekonomide teklemelere yol açtı. 


Tüketici enflasyonu haziran ve temmuz aylarında yüzde 12-13 bandına yerleşerek enflasyonun altında kalan TL mevduatlarını eritirken tasarruf sahiplerinin güvenli liman olarak dövize ve altına yönelişleri hızlandı. Tasarruf sahiplerinin her 100 TL’sinin 53 TL’si dövize yönelmiş durumda. 


Bu durum, rezervlerini eritme pahasına döviz fiyatını kontrolde tutmaya, yatay götürmeye çalışan Merkez Bankası’nın swap yoluyla borçlandığı rezervleri bile eritmeye ve yabancıların çıkışını hızlandırmaya başlayınca döviz fırladı ve uzun süredir 6.85 TL’de seyreden dolar fiyatı iki günde 7.30 TL basamağına kadar çıktı. İki ayda ısınmanın sonuna gelinmişti. 


Merkez Bankası, önlem olarak hemen ekonomiyi soğutacak bir yola başvurdu ve bankalara likiditeyi azaltacağını bildirdi. Bu, doğrudan TL faizlerini yükselterek dolarizasyonun önünü kesmek değil ama dövize, sanayici, ithalatçı cephesinden gelen talebi köreltmek, döviz fiyatını artıran basınç unsurlarından birini etkisizleştirme çabasıydı. Yan etki olarak likidite yönünden Merkez Bankası’ndan kolaylık görmeyecek bankalar, hem TL mevduat hem kredi faizlerini artırmaya mecbur kaldılar. Artan TL kredi faizleri ile tüketici kredi talebi hızla azaldı ve Türkiye ekonomisi iki aylık ısınmanın ardından ağustosta bir soğuma dönemine girdi. Bu dönemin ne kadar süreceği, inişin yumuşak mı sert mi olacağı bilinmemekle birlikte ısınmanın ömrünün sadece iki ay sürmesi ve bu kadar kısa sürede arıza vermesi, ekonominin ne kadar kırılganlaştığına önemli bir işaret. 


Ekonomiyi ısıtıp canlandırarak pandemide iyice yoksullaşan, işini kaybeden seçmeni konsolide etmenin de hesabı içinde olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve partisinin bu yol kazası ile ekonomide soğumaya mecbur kalması, siyasi hesapları da altüst etmiş oldu. Yeni soğuma dönemi, yeniden yükselen COVID-19 vakalarının getirdiği sorunlarla birleşince Saray için uykusuz gecelerin sayısı da artacağa benziyor. 


2020 yılına iki ısınma, iki soğuma dönemi sığmış gibi. Yılın ilk iki ayının canlı, takip eden mart-mayıs pandemi döneminden oluşan üç ayın “soğuk”, hatta “don altında” geçtiğini gördük. Bunun ardından haziran-temmuz döneminde hızlı ısınma yaşandıktan sonra ağustosta başlayan soğumanın yıl sonuna uzayacağı tahmin edilebilir. 


Sadece bir yılda yaşanan bu dalgalanmanın pandemi ile de ilgisi var ama bu, daha çok iktidarın ekonomiyi yönetmede alanının daralmasından, kırılganlık katsayısının yükselmesinden kaynaklanıyor. 


Filmi çok değil, iki yıl geriye sardığımızda da ekonomide uzun süreli bir istikrar evresinin yaşanmadığı, sıkça ısınma-soğuma salınımı yaşandığı görülür. Saray rejimi, seçim takvimine bağlı olarak ekonomiyi hep canlı tutmaya, büyütmeye çalışırken buna özellikle son yıllarda dış kaynak rüzgârları pek yardımcı olmuyor. Erdoğan yönetiminin tek başına iktidardan vazgeçmeme hırsı ile seçmeni konsolide etme çabaları, bunun için başvurduğu Batı normlarına uymayan siyasi düzenlemeleri, iç ve dış politika icraatları, zaman zaman dış dünyada yeni soğukluklar yarattı. Bu soğukluklar sonucu dış kaynak girişi olmadan, hatta sermaye çıkışları yaşanınca istikrarlı bir canlılık da tesis edilemedi.


2018 Haziran’ında yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi sonrasında kurulan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, “tek adam”a olağandışı yetkiler verip yasama ve yargıyı zayıflatınca, Merkez Bankası özerkliği fiilen ortadan kaldırılınca, Erdoğan Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğuna nepotizm eleştirilerine aldırmadan kendi damadını oturtunca dış kaynak sahipleri önce “bekle-gör”, sonra da çekilme, uzaklaşma tercihinde bulundular. Bu, dış kaynak bağımlılığı yüksek, dış borç stoku milli gelirinin yüzde 60’ına kadar dayanmış Türkiye ekonomisi için kısmi felç geçirmek gibi bir şey. Nitekim, ağustos başında yaşanan türbülansın ardından ülke risk priminin 550-600 aralığına yerleşmesi, en yakın emsal ülkelerden Güney Afrika’nın bile riskini yüzde 100’e yakın geride bırakması, ülke izolasyonunu gösteren önemli bir parametre. 


2018 ortalarında başlayan Batı finansının Türkiye’den uzaklaşması, sonraki mevsimlerde de sürdü ve yaşanan döviz türbülansları ile ekonomi 2018’in ikinci yarısı ve 2019’un ilk yarısını “soğuk” iklimde geçirdi. Ekonominin tüm maliye önlemleri ile gedikleri kapatma yoluna gidilmesine rağmen yüzde 1 dolayında küçülmesine yol açan soğuk iklim, Erdoğan rejimine 31 Mart ve 23 Haziran’da İstanbul’da yenilenen yerel seçimleri kaybettirdi. 


Bu yenilginin telaşıyla 2019 ortasında Merkez Bankası’nı tamamen kontrole geçirip enflasyona rağmen faizleri düşürme, böylece ekonomiyi ısındırma yoluna koyulan iktidar, sadece TL faizleri değil, döviz fiyatını da belirlemeye meyletti. Bunun için, Merkez Bankası rezervleri “arka kapıdan” kamu bankaları aracılığıyla piyasaya verildi. Kimi firmalar bu bastırılmış dövizi alarak borç daralttılar, kimileri de ucuz ithalat gerçekleştirdiler. Hızla eriyen Merkez Bankası rezervlerinin yerini swap yoluyla doldurmaya çalışan bir takas-borçlanma işlemine girildi ve bu yoldan 60 milyar dolara yakın “dolgu” yapıldı. Bunun 16 milyar doları Katar ve Çin’den, kalanları da içerideki bankalardan gerçekleştirildi. 


Merkez Bankası rezervlerindeki bu kalite kaybı, hem dış para otoriteleri ve uluslararası finans medyasının hem de IMF’nin dikkatini çekip uyarılara neden olunca yabancı çıkışları daha da hızlandı. Bu da ısınmanın anında yerini soğumaya bırakmasıyla sonuçlandı. 


Şimdi merak edilen, ekonomiyi ısındırma opsiyonu elinden kaçan Erdoğan’ın bu yeni soğuma evresinin kitlelerde, seçmenlerde yaratacağı yeni hoşnutsuzlukları nasıl dindireceği. Eldeki dinsel, milliyetçi hamleler hızla tüketilmişken, bu soru daha da önem kazanıyor.


14.08.2020

Mustafa Sönmez

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2020/08/turkey-turkish-lira-usd-policy-reversal-pose-erdogan-risks.html


Madencilerin altın iştahı büyüyor

 Son 20 yılda Maden Kanunu’nda 21 değişiklik yapılmışken, meclise getirilen yeni yasa teklifiyle madencilik şirketlerine yeni kolaylıklar tanınmak isteniyor.

Dünyada pandemi ile birlikte belirsizlik arttıkça güvenli liman altına ilgi de büyüyor ve fiyatlar hızla artıyor. Türkiye'de de özellikle son zamanlarda altına ilgi dudak uçuklatıcı boyutlarda. Altın ithalatı ilk sekiz ayda 13 milyar doları geçerek verilen cari açıkta yüzde 50 pay aldı. 


Altına ilgi Türkiye'de öteden beri yoğun. Altın madenciliği bu ilgiden beslendi ve özellikle 2000'li yıllarda yabancı sermayeli şirketlere verilen cömert ruhsatlar ile çevre tahribatı pek de umursanmadan altın madenciliği özendirildi. 


Çanakkale-Balıkesir bölgesinde yoğunlaşan altın madenciliğinin yol açtığı doğa tahribatına karşı etkili bir sivil toplum hareketi de büyüyor. Bölgede 30 dolayında projeye ruhsat ve teşvik verilmiş durumda. Kanadalı Alamos Gold, en büyük yatırımcılardan. 


Türkiye’nin dünya altın üretiminde payı henüz yüzde 1'i pek aşmıyor. Ancak artan fiyatlar ve ithalat yerli üretimi daha da cazip hâle getiriyor ve iktidar, yaratılan çevre sorunlarını çok da dert etmeden teşvikleri esirgemiyor. 


Zamanı dolan ruhsatların yenilenmesini kolaylaştıran bir yasa teklifi de mecliste ve kolaylıkla geçeceğe benziyor. Altın iştahına karşılık madencilik için ruhsat alınan kırsalda yöre halkının, etkin sivil toplum kuruluşlarının doğaya verilen zarara karşı direnişi, hukuk mücadelesi ve örgütlenmesi de hızla büyüyor. 


Dünya ekonomisinde yaşanan istikrarsızlıklar sonucu güvenli liman olarak altına yöneliş, tüm dünyada revaçta. Bu da fiyatları yukarı çekiyor. Ama Türkiye’nin kendine özgü riskleri, bilinmezlikleri ile altın fiyatlarının yükseliş temposu dünya ortalamasının çok üstünde. 


Özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrası toplumda büyüyen kaygı, olağanüstü hâl uygulamaları, otoriterleşmenin tırmanışı, yasama ve yargı üstünde tahakküm atakları, “tek adam” rejimine yöneliş, toplumun önemli bir kesiminde birikimleri altında tutma ve evlerde özel kasalarda, yastık altında koruma eğilimini artırdı. Buna, 2018 sonrası hızlanan döviz türbülansı ve enflasyonun yüzde 25’leri görmesi eşlik edince altına yöneliş daha da hızlandı ve bu da altında fiyat artışlarını iyice hızlandırdı. Örneğin 2019’da dünyada ons altın fiyatları yüzde 9,7 artmış iken Türkiye’de altının gram fiyatındaki artış yüzde 30’a yaklaştı. Pandemi yılı 2020’nin ilk dokuz ayında da dünya fiyatları yüzde 25’e yakın artarken, Türkiye’de aynı dönemdeki artış yüzde 49’u geçti. 


Türkiye’nin 2019 külçe altın ithalatı 250 tonu bulurken 2020’nin ilk sekiz ayındaki ithalat 174 tona yaklaştı. Ağustos itibarıyla son 12 ayda altın ithalatına 20,4 milyar dolar ödendi. 


Geleneksel olarak altına eğilimli olan Türkiye toplumunda yükselen talep külçe altın ithalatını, o da cari açığı büyütebiliyor. İthalatı ikame etmenin bir yolu yerli altın üretimini teşvik etmek, özellikle yabancı yatırımcıları ülkeye çekmek. Türkiye bunu, özellikle AKP rejiminde hızlandırdı ve yabancılara sağlanan teşvikler, tüm doğa tahribatına ve üretim yapılan yörelerin kırsal nüfusunun uğradığı mağduriyetlere rağmen sürdürüldü, yeni teşviklerle de sürdürülüyor. 


Merkez Bankası verilerine göre altın madencilerinin İstanbul Borsası’na yaptığı üretim bildirimlerine göre 2008 yılında 11 ton olan altın üretimi, birkaç yılda hızla arttı ve 2013’te 33,4 tona ulaştı. İzleyen yıllarda 30 ton dolayında olan yıllık üretim 2019’da 37 tonu buldu. 2020’nin ilk yedi ayında ise altın madencileri 20 ton altın ürettiklerini bildirdiler. Yılın tamamında üretimin 35 tonu bulacağı söylenebilir. Yıllık 250-270 ton külçe altın ithalatının yanında üretimin büyüklüğü yüzde 15 gibi kalıyor. Ama amaç üretimi, teşviklerle hızlandırmak. 


2002 yılından bu yana iktidarda bulunan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet Kalkınma Partisi, özellikle son yıllarda, altın madencilerinin şikâyetçi oldukları “çevre engelini” kaldıran bir dizi yasal düzenlemeyle yatırımları özendirme çabasında. Devlet kuruluşu Maden Tetkik Arama Enstitüsü de özellikle yabancı yatırımcılar için yasal düzenlemeler gerektiğini altın ile ilgili bir raporunda şöyle dile getiriyor: “… sık sık değişen yasal maden mevzuatı, yatırımcının işlerini zorlaştırmakta ve sektörden özellikle yabancı yatırımcıyı uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, riski yüksek olan aramacılığa yatırım yapılmasını sağlayacak kolaylıkların sağlanması gerekmektedir.”


Son 20 yılda Maden Kanunu’nda yapılan değişiklik sayısı 21’i bulmuş durumda. Bu değişikliklerin beşi, Maden Kanunu’nun izinleri düzenleyen maddesiyle ilgili. Varoluş nedenini toprağa sahip çıkmak olarak tanımlayan Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşlarından TEMA Vakfı’na göre madencilik yasasında yapılan her değişiklikle daha fazla doğa ve tarım alanı, su varlıkları ve kültür mirası, madencilik faaliyetlerine açık hale getirildi. Özellikle 2004 yılında yapılan yasa değişikliğine dikkat çeken TEMA, bu yasa ile izin ve çevresel etki değerlendirmesi konularındaki düzenlemeler ile madencilik faaliyeti yapılabilecek alanların genişletildiğini, ormanlar, milli parklar, sit alanları, tarım alanları, su havzaları ve benzeri doğal ve kültürel zenginliklerin madenciliğe açıldığını hatırlatıyor.


Özellikle zengin canlı tür çeşitliliği, ormanları, kadim kültürü ve tarımsal ekonomisi ile Türkiye’nin ve dünyanın önemli doğa ve kültür alanlarından biri olan Çanakkale-Balıkesir bölgesindeki Kaz Dağları yöresi altın madencilerinin saldırısı altında. Bölgede 30 dolayında projeye ruhsat ve teşvik verilmiş durumda.


Kanadalı Alamos Gold en büyük altın madeni yatırımcılardan. ABD merkezli Newmont ile Avustralyalı Chesser Resources da önemli aktörler. Zaman zaman elindeki ruhsatları yerli şirketlere devreden Kanadalı Teck Resources da sektörde adı sıkça geçen bir diğer şirket. 


Kanadalıların yanı sıra yerli firma olarak Erdoğan rejimine en yakın gruplardan Çalık ile Cengiz Holding de altın yatırımcıları arasında. Erdoğan’ın 2016 darbe girişime kadar siyasi ortağı olan Gülen Cemaati’nin en önemli ismi Akın İpek’e ait Koza Altın İşletmeleri altın madenciliğinin öncü isimlerinden. Firmaya, darbe girişiminden sonra el konuldu ve şimdi devlet kontrolünde. Türkiye’nin eski kuşak holdinglerinden Eczacıbaşı, Nurol ve Koç’a ait madencilik firmaları da altın arama ruhsatlarına sahipler.


Altın madencileri bunca yasal düzenlemeye rağmen hâlâ birçok yeni teşvik ve mevzuat değişikliği talep ediyorlar. İktidar da altın hırsı ile teşvikleri artırmaktan geri kalmıyor. Ancak özellikle Kaz Dağları, Artvin, Erzincan yörelerindeki altın arama işlemleri ile toprağa, ormana, doğaya verilen zarar, sivil toplum kuruluşları ve örgütlenen yöre halkının direnişi ile karşılaşıyor. Sürdürülen hukuk mücadeleleri ile önemli mevziler kazanıldı. Bununla birlikte iktidar art arda yeni düzenlemeler getirmekten geri kalmıyor. Ekim ayı başlarında meclise getirilen yeni yasa teklifi ile bürokrasiye takılmadan ruhsat sürelerinin daha çok uzatılmasına imkân tanınmak isteniyor.


Kaynak:

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2020/10/turkey-gold-rush-whets-appetite-of-gold-mining-companies.html



Türkiye’nin altın dosyası


https://ugurses.net/2020/10/16/turkiyenin-altin-dosyasi/


Döviz-faiz sıkışması ve yeniden küçülme

 19 Kasım’daki faiz artışı ile dövizin tırmanışını yavaşlatma ihtimali belirdi ama ekonomi yeni bir döviz-faiz mengenesine sıkışma, iç talepte ve dolayısıyla ulusal gelirde gerileme riski ile karşı karşıya.

Türkiye ekonomisi çok değil, bundan iki yıl önce yaşadığı yüksek döviz-yüksek faiz, oradan küçülme, sanayisizleşme, yoksullaşma döngüsünün bir yenisine daha giriyor. 


Dolar fiyatı, son bir yılda yüzde 48 aratarak 8.50 TL’yi gördü. 6 Kasım’da Merkez Bankası Başkanlığı’na yapılan yeni atama ve ertesi gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan ayrılması ile beklenen TL faiz artışı, Para Politikası Kurulu’nun 19 Kasım’daki olağan toplantısında 475 baz puan olarak açıklandı. 


Beklentilere yaklaşan bu artış, dolar kurunu ilk elde 7.60 basamağına indirirken, ülke risk primi de 400’ün altına indi. Yüzde 12 dolayında seyreden ve tırmanma eğilimi gösteren tüketici enflasyonu karşısında bu faiz artışının dövizden TL’ye yönelişi ne kadar sağlayacağı, yabancı yatırımcıyı ne ölçüde cezbedeceği henüz bilinmiyor. 


Faiz artışı ile dövizin tırmanışını biraz daha yavaşlatma, dolarizasyonu azaltma ihtimali belirdi ama bu operasyon sonucu 2018’de yaşandığı gibi ekonomi yeni bir döviz-faiz mengenesine sıkışma, bu sıkışıklıkla iç talepte gerileme, dolayısıyla ulusal gelirde gerileme riski ile karşı karşıya. Tırmanan pandemi salgınının kayıtlara yeterince girmeyen ürkütücü sonuçları bu ekonomik daralmanın üstüne binecek gibi. 


Bu da zaten zor bir yıl geçiren toplumu, ürkütücü boyutlara ulaşacak yoksulluk ve işsizlikle ağır bir kışa maruz bırakabilir. İşsizlik, dar tanımıyla yüzde 13,2 olmasına karşın geniş tanımıyla yüzde 30’larda seyrediyor. İşsiz sayısı dar tanımlı 4,2 milyon olarak ifade edilirken geniş tanımda 10 milyon kişiyi aşıyor. 

AKP rejimi, ağırlaşacak yoksullaşma ve işsizlik karşısında toplumu Erdoğan’ın “acı reçete” dediği cendereye katlanmaya hazırlıyor.


Erdoğan, reçeteye teselli olarak bir de hukuk reformundan söz ediyor. Bu “havucun” arkasında, hukuk devletinden uzaklaşmış bir ülke görüntüsü nedeniyle Türkiye’ye güveni azalan Batı dünyasına hoş görünme, bundan kaynaklanan sermaye girişi iştahsızlığını elimine etme niyeti de var.


Ayrıca içeride acı reçeteye karşı sızlanmalara karşı, “hukuk reformu” pansumanının işe yaraması umuluyor. Ne var ki Erdoğan’ın iktidarda durmasını sağlayan Cumhur İttifakı’nın ortağı Milliyetçi Hareket Partisi’nin daha da otoriterleşme istekleriyle bu hukuk reformunun nasıl uyum sağlayacağı bilinmiyor ve siyaset yeni türbülanslara gebe görünüyor. 


Sık aralıklarla yaşanmaya başlanan bu darboğazların temelinde AKP rejiminin yanlış, sorunlu iktisat politikalarında ısrarı; bu ısrarı “tek adam rejimi” de denilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin akıl dışılığıyla sürdürme hırsı yatıyor. 


İktidar olduğu 2002 sonlarından bu yana geçen 18 yılda, Türkiye’nin önüne gelen bir fırsat, yılda ortalama 50 milyar doları bulan umulmadık ölçüde dış kaynak girişi, hovardaca, döviz kazandırma potansiyeli düşük iç tüketimde, konut, inşaat sektöründe harcandı. AKP iktidarı, siyasi olarak getirisi de olan bu bonkör politikaları sürdürülebilir sanarak büyük bir yanılgıya düştü. 2013 sonrası şemsiye ters dönüp dış kaynak akışı kesilince, dış borçları geri ödemede zorlanır, kurduğu çarkı döndüremez oldu.


AKP iktidarı, özellikle son üç yılda ekonomik daralmayla erimeye başlayan seçmen kitlesini dinci, milliyetçi duyguları istismar edecek politikalarla tutmaya, konsolide etmeye çalıştı. Ne var ki bunu gerçekleştirmek üzere izlediği bazı dış hamleler dış dünyadan tecridine, güven kaybına mâl oldu. AKP rejiminin hem içeride hem dışarıda yitirdiği güven sonuçta dış sermaye girişinin kuruması ve döviz fiyatının 2016-2020 arasında yüzde 135 artışla 3 TL’den 7 TL basamağına çıkışına yol açtı ve bu durum ekonomide daralmayı kalıcı hale getirdi. Türkiye’nin son üç yıldaki yüzde 1,5 dolayındaki ortalama büyüme oranı, yüzde 5-6 olarak kabul edilen potansiyelinin neredeyse dörtte birine inmiş durumda. 


Her döviz tırmanışının TL faiz artışıyla yatıştırılmaya çalışıldığı hastalık nöbetlerinin bir yenisi daha kapıda. Bu nöbet, küçülme ve uzun bir durgunluk pahasına faizleri yükselterek yatıştırılmak isteniyor. 


24 Haziran 2018 seçimlerinin ardından başlatılan “tek adam rejimine” özellikle yabancı yatırımcılar ihtiyatla yaklaştılar ve ardından ABD ile yaşanan Rahip Brunson krizi ile dolar fiyatı hızla tırmandı. Doların 2018 haziran ayı ortalaması 4,6 TL iken eylül ayına kadar yüzde 40’a yakın artış gösterdi ve eylül ayı ortalaması 6,4 TL’ye kadar çıktı. Bu tırmanış karşısında iktidar, 14 Eylül 2018’de TL faizleri 625 baz puan artırdı ve haziran ortalaması yüzde 17,8 olan fonlama faizinin eylül ortalaması yüzde 24’e kadar çıktı. 


Yaklaşık bir yıl boyunca yüzde 24 dolayında seyreden fiili faiz, ekonomide sert bir durgunluk ve küçülmeyi de getirdi. 2018’in son çeyreğinde yüzde 2,7 küçülen GSYH, izleyen iki çeyrekte yani 2019’un ilk iki çeyreğinde yine negatif geldi, küçüldü. 


Faizlerin, 2019 ortalarında Merkez Bankası Başkanı da değiştirilerek düşürüldüğü, dövizin Merkez Bankası rezervleri eritilerek kamu bankaları üstünden piyasaya verilip baskılandığı 2019’un ikinci yarısında büyümeye geçildiyse de 2019’un tamamında büyüme yüzde 1’in altında kaldı. 


Ekonomi aynı düşük faiz, bastırılmış döviz fiyatı araçlarıyla 2020’nin ilk iki ayında canlı tutuldu ve GSYH, 2020 ilk çeyrekte yüzde 4,4 büyüdü. Ne var ki COVID-19 salgını ile marttan itibaren ekonomi kapandı, daraldı ve nisan-haziran dönemini içeren ikinci çeyrekte milli gelir yüzde 10’a yakın küçüldü. 


Haziran ayında, pandemi henüz kontrol altında değilken ekonomiyi erken açan iktidar, 2020’nin üçüncü çeyreğinde faizleri düşürdü ve krediyi alabildiğine genişleterek canlanmaya yöneldi. Bu zoraki ısındırmanın sonucu temmuz-eylül dönemini içeren üçüncü çeyrekte ekonominin yüzde 7 büyüdüğü tahmin ediliyor (TÜİK, 30 Kasım’da açıklayacak). 


2020 son çeyreğine girerken kredi genişlemesi durdu, faizler görece artırıldı ve eğer fiili faizler, 19 Kasım’da gerçekleştirilen 475 baz puan faiz artışı ile (TCMB fonlama maliyeti) son çeyrek ortalaması olarak yüzde 15 dolayında tutulursa, son çeyrek döviz kuru ortalaması 7 TL dolayına düşebilir. Tahminen, son çeyrekte ekonomi küçülmüş, yüzde 5 daralmış olarak yıl kapanacak. Bu da 2020 yılının tamamında iniş çıkışlarla GSYH’nın yüzde 1 küçülmesi ihtimalini güçlendiriyor. 


Ancak asıl unutulmaması gereken, küçülme 2020’nin son çeyreğiyle sınırlı kalmayıp 2021’in en az ilk yarısında sürebilecek. 2018’de benzer bir sürecin yaşandığı unutulmamalı. 2021’de küçülme, yükseltilen faizlerin iç talebi daraltması ile yaşanacak. Buna, pandeminin yeni kapanmaları zorlaması da eklenecek gibi. GSYH’da küçülme, 2021’in ikinci yarısına da taşabilir. Dolayısıyla 2021’in tamamında sert bir milli gelir daralması ve onun getireceği sert bir işsizlik, yoksullaşma dalgası çok muhtemel.


Mustafa Sönmez

Kaynak:

https://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2020/11/turkey-economy-central-bank-landmark-rate-hike-turkish-lira.html




21 Kasım 2020 Cumartesi

Krizleri iyi yöneten şirketler bağışıklık kazanıyor

 Dünyadaki tüm şirketler için geçerli bir gerçek var ki; krizler bir ihtimal değil, kaçınılmazdır. Türkiye’de ise kriz yaşamın bir parçası haline gelmiş durumda. Hatta rekabette üstünlük sağlamanın yolu da krize hazırlıklı olmaktan geçiyor. Dolayısıyla krizden kaçınmak mümkün değil, ancak krizi iyi yöneterek şirketi onun olumsuz etkilerinden korumak mümkündür.


“İyi kaptan fırtınada belli olur” derler. Fırtınanın getirdiği her sürprize önceden hazır olan kaptan, dalganın boyu ve şiddeti arttıkça dümeni ve makine dairesini ustaca yöneterek gemideki savrulmaları kontrolünde tutar ve gemisini her şartta limana yanaştırır. İyi yönetici de, krizlerin getirdiği eksileri elindeki artılarla tamamlayarak işletmesini kurtarabilendir. Bu nedenle Türkiye gibi ülkelerde faaliyet gösteren şirketlerde, fırtınalı denizlerde gemisini limana ulaştıran iyi kaptanlar gibi tecrübeli yöneticilerin çalışması oldukça önemlidir.


Krizlerde şirketlerin kapanması, personel azaltması ve küçülmesi beklenen sonuçlar olsa da, kaçınılmaz son böyle olmayabiliyor. 157 ülkede denetim, danışmanlık ve vergi hizmetleri veren PWC’nin 2019 yılında gerçekleştirdiği ‘Küresel Kriz Araştırması’ ile 43 ülkeden, 25 sektörde faaliyet gösteren 2 bin 84 katılımcı firmanın kriz yönetimleri incelendi. Katılımcılar arasındaki, ciddi bir krizle karşılaşmış bin 400 şirketin yüzde 42’si krizin ardından daha iyi konumda olduğunu belirtirken, bunlardan bir kısmı ise krizi iyi yöneterek gelirlerinde artış sağladıklarını açıkladı.


‘Sizi öldürmeyen şey, güçlendirir’, ama nasıl? Sorunun cevabı, krizi başarıyla yönetmiş şirketlerin uygulamalarında saklı.


Krizde en önemli avantaj, zor günde kullanmak üzere bir miktar yedek akçeyi bir kenarda tutan firmalarda. Krizden daha iyi çıkan firmaların yüzde 41’i krize, zor günler için bir kenarda tuttuğu yedek akçe ile yakalandı. Yedek akçesi olan firmalar, kriz planlarını daha sağlıklı uygulama ve sürece yayma imkanı bularak avantaj sağlamış oluyor. Türkiye’de ise şirketler genellikle çeşitli gerekçelerle kriz anında kullanılabilecek bir bütçeyi oluşturmaktan kaçınarak ilk hatayı yapıyor.


Krizden güçlü çıkmanın diğer bir yolu da iyi hazırlanmış bir kriz planına sahip olmaktan geçiyor (krizden güçlü çıkan firmaların yüzde 54’ünün iyi hazırlanmış kriz planı vardı). Bu planın her krizde yeniden güncellenmiş olması, farklı senaryolara uyumlu olacak şekilde esnek ve kapsayıcı olması ise kazanımı arttırıyor. Kriz planlaması yapmak için organizasyonun bu konuda tecrübe sahibi olması, yani pratik yapması gerekiyor. Bu konuda pratik yapmayı zaman kaybı ya da hayal dünyasında gezmek gibi görmemek, bu işin en önemli parçasıdır.


Krizden sonra daha iyi durumda olmanın bir koşulu da, krizin altında yatan nedenleri iyi analiz etmektir. Krizi iyi yöneten dört firmadan üçü krizin altında yatan nedenleri iyi analiz ederek, elde ettikleri gerçekler doğrultusunda hızla müdahaleye geçen şirketlerden oluştu. Bu firmalar elde ettikleri kriz gerçeklerini iç ve dış paydaşlarına da ileterek, onların da kriz anında desteğini alma avantajını kullanıyor. Krizin altında yatan nedeni iyi analiz edip çıkardıkları sonuçlara göre gerekli atımları hızla yapan firmaların yüzde 80’i krizden daha iyi sonuçlarla çıkıyor. Burada şirketlerin çevikliği de çok önemli. Hızlı analiz için çok yönlü iletişim tecrübesinin yanı sıra, veriye ve bilgiye önceden sahip olmak gerekiyor.


Kriz yönetimini değerlere bağlı kalarak yöneten iyi bir ekibin olması da başarıyı getiren en önemli etkenlerin başında geliyor. Krizden güçlü çıkan firmaların yüzde 93’ü süreci iyi bir ekiple yürüttüğünü ifade ediyor.


Toparlayacak olursak; COVID- 19 virüsüyle mücadele ederek galip çıkmış bünyelerin bağışıklık kazanması gibi, şirketler de iyi yönetilerek krizlere karşı direnç kazanmış olacaktır.


Her ne olursa olsun, gerekli önlemleri kriz olduğunda değil, kriz olmadan önce almak kaçınılmazdır. Kriz anında önlem almaya çalışmanın, denizde su alan bir gemiden kovayla suyu boşaltmaya çalışmaktan bir farkı olmayacaktır. Önemli olan geminin su almaya başlayacağını öngörerek gerekli önlemleri önceden alabilmek ve bunu alışkanlık haline getirerek, zamanı gelmeden gerekli planlamaları yapabilmektir.


Kaynak:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/krizleri-iyi-yoneten-sirketler-bagisiklik-kazaniyor/473006


Mesleki eğitim

 Bir ülkenin ekonomik ve sosyal gelişiminde eğitim sisteminin önemi yadsınamaz. Özellikle de mesleki eğitim, ekonominin rekabet gücü açısından büyük öneme sahiptir. Bu konudaki en güzel örneklerden biri; Güney Kore’nin sağladığı ekonomik mucizedir. 20. yüzyılda yaşamış olduğu savaştan tamamen yıkılmış olarak çıkan Güney Kore, yaratmış olduğu nitelikli işgücü sayesinde günümüzde tüm dünyaya yüksek teknoloji satar hale gelmeyi başardı. Güney Kore, eğitimdeki başarısını politeknik kolejler ve ortak mesleki eğitim enstitülerinin yanı sıra Kore Sanayi ve Ticaret Odası’nın da kontrolünde ağırlıklı olarak fabrika içinde yürütülen mesleki eğitimlere borçludur. Mesleki eğitim konusunda örnek gösterilen bir başka ülke olan Almanya’da ise, iş dünyasında kullanılan standart bilgi ve becerilerin eğitim sürecine aktarılmasını sağlamak için öğrenciler haftada 3 ya da 4 gün iş yerlerinde eğitiliyor. Güney Kore ve Almanya’da olduğu gibi, mesleki eğitim konusunda başarıyı yakalamış olan ülkelerde, piyasayla işbirliği içinde olan ve ekonominin istediği yeterlilikte insan kaynağını yetiştirecek niteliklere sahip bir mesleki eğitim sistemi uygulanıyor.


Türkiye ise, 2015 yılında uygulamaya koyduğu üretim ve istihdam teşvik paketinde, devlet destekli staj programları ve sübvansiyonlarla güçlendirilmiş olan Güney Kore’nin mesleki eğitim sistemini model olarak aldı ve mesleki eğitimin sanayi ile iç içe gelişmesi konusunda yol almaya başladı. İşsizlerin iş, sanayicinin de çalıştıracak eleman bulamaması ikilemini aşmaya çalışan Türkiye, bu modelle organize sanayi bölgeleri gibi üretim merkezlerini mesleki eğitim için birer laboratuvar olarak kullanmak gibi son derece doğru bir yola girmiş oldu.


OSB'lerde 72 meslek lisesi var


Türkiye, her organize sanayi bölgesine bir meslek lisesi kurabilmesi durumunda, reel sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikteki insan kaynağını yetiştirme imkânını daha kolay bulacaktır. Son yıllarda özel sektörün de desteğiyle bu konudaki eksikliği giderecek önemli yatırımların gerçekleştirilmiş olması, gelecek açısından hepimizi umutlandırıyor. Organize Sanayi Bölgeleri Derneği’nin verilerine göre; Türkiye genelinde 80 ilde 325 OSB bulunuyor. Şimdiye kadar OSB’lerde 72 Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi açılmış ve bu okullarda toplamda 45 bin 514 öğrenci eğitim görüyor. OSB’lerdeki mesleki eğitim merkezlerinde ise 10 bin 822 öğrenci eğitim görüyor. Reel sektörün istediği kalifiyede yetişen bu öğrencilerin çoğunluğu eğitimlerini tamamladıktan sonra daha yüksek ücretle iş bulabilirken, üniversite mezunlarının iş bulması ise yıldan yıla zorlaşıyor. İŞKUR verilerine göre, son 15 yılda lise mezunu kayıtlı işsiz oranı azalırken, üniversite mezunlarının oranı artış gösteriyor. 2005’te kayıtlı işsizlerin yüzde 47’si lise mezunu iken bu oran 2019’da yüzde 26’ya düştü. Aynı dönemde üniversite mezunu kayıtlı işsiz oranı ise yüzde 12’den yüzde 26’ya kadar yükseldi. Yine İŞKUR’un Ağustos 2019 verilerine göre 4 milyon 44 bin işsizin yüzde 40.2’si ilköğretim mezunu, yüzde 26.4’ü lise ve yüzde 25.6’sı üniversite mezunu. Bu da üniversite mezunlarının iş arayışında lise mezunlarından daha şanslı olmadığına işaret ediyor. Veriler de gösteriyor ki; ülke ekonomisinin ihtiyaçlarına göre planlanmış ve istenilen yeterlilikte insan kaynağını yetiştirebilecek kaliteye sahip mesleki eğitimin desteklenmesi reel sektörün de beklentisidir.


Kaynak:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/mesleki-egitim/480242



Yüksek teknoloji ve orta gelir tuzağı

 Yoksulluk sınırından kurtulmuş ancak yüksek gelir grubuna girememiş gelişen ülkelerin deneyimlediği bir iktisadi olgu olan ve kişi başına geliri 10 bin dolar seviyesindeki ülkeler ligi için kullanılan orta gelir tuzağından çıkmanın yolu, yüksek vasıflı işgücü ve uzmanlaşmaktan geçmektedir. Güney Kore gibi bazı Doğu Asya ülkeleri, eğitimli işgücü ile uzmanlaşmayı sağlayarak yüksek teknoloji ürünlerinin ihracattaki payını artırarak orta gelir tuzağından kurtulmayı başarırken, Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri ise emek yoğun ürünlere ağırlık verdikleri için bu durakta bekleme sürelerini günümüze kadar sürdürdüler.


Gelişmişlik düzeylerinin belirlenmesinde ve ülkelerin sınıflandırılmasında teknolojinin oynadığı rol gittikçe artmaktadır. Ülkelerin ihracatlarında, yüksek teknolojiye sahip ürünlerin oranı yükseldikçe, uluslararası pazarlardaki rekabet güçleri de o oranda yüksek olur. Bu ürünler, yüksek katma değer içerdikleri için çıktığı ülkenin sürdürülebilir refah artışının sağlanmasında da son derece etkili olmaktadır. Bu nedenle gelişme yolunda hız kesmeden ilerlemek isteyen ülkeler, nihai hedefi olarak bilgi, teknoloji üretebilir birikime ve beşeri insan kaynağına ulaşmak zorundadır.


Bu arayış yaklaşık 50 yıldır orta gelir tuzağında duraklayıp kalmış Türkiye için de geçerlidir. Bu kapsamda Ar-Ge ekosistemini güçlendirmek için milli teknoloji hamlesi başlatan ülkemiz, 2019 yılında yüzde 1 seviyesinde olan Ar-Ge harcamalarının GSYİH’ya oranını 2023 yılında yüzde 1.8’e çıkarmayı hedeflemiştir. 2019 yılında 5.9 milyar dolarlık yüksek teknolojili ürün ihracatına karşılık (toplam ihracatının yüzde 3.62’si), 23.6 milyar dolarlık ithalat gerçekleştiren (toplam ithalatının yüzde 15.3’ü) Türkiye, 2000’li yılların başında sadece tüplü televizyon üretiminde sağladığı rekabetçilik sayesinde, o yıllarda yüksek teknolojili ürün ihracatının toplam ihracatındaki payını yüzde 6,73’e kadar çıkarmayı başardı. Ancak, daha sonra LCD ve ardından LED teknolojisinde geri kalınca 2004 yılında 2.9 milyar dolar olan TV ihracatı, 2019’da 1 milyar dolara geriledi. Şimdilerde ise askeri amaçlı havacılık araçları ve optik cihazlar ile ilaç ve eczacılık ürünlerinin ihracatında artış yaşanmakla birlikte bu ürünlerin toplam ihracat içindeki payı ise sınırlı düzeydedir.


2019 Dönemi Küresel Rekabetçilik Endeksi hesaplamalarına göre; Türkiye 141 ülke arasında, 2018 yılında da olduğu gibi 61. sırada yer almıştır. Türkiye’nin göreceli olarak iyi performans gösterdiği alanlar 57.8 puanla bilgi ve iletişim teknolojileri, 74.3 puanla altyapı, 52.9 puanla işgücü piyasası olmuştur. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı verilerine göre ise, Türkiye’de 80’den fazla teknopark, 5 bin 400’den fazla teknopark şirketi bulunuyor. Bu şirketler, 30 binden fazla araştırma geliştirme projesini tamamladılar ve 9 binden fazla Ar-Ge projesini sürdürüyorlar. Ülke genelinde ise bin 500’ün üzerinde Ar-Ge ve tasarım merkezi özel sektörde aktif olarak faaliyetlerini sürdürüyor. 2019 yılında 48 ilde faaliyet gösteren Ar-Ge merkezlerinde 34 bin 239 proje yürütülürken, 42 sektörde faaliyet gösteren Ar-Ge merkezlerinde üretilen ürünler için patent başvurusu 11 bin 855’e, tescillenen patent sayısı ise 4 bin 413’e ulaştı. Ülke genelindeki tasarım merkezlerinin sayısı 344’e ulaştı. 23 ilde 34 farklı sektörde faaliyet gösteren tasarım merkezlerinde, 4 bin 980 proje yürütülüyor. Tasarım merkezlerinde, tescillenen patent sayısı 141, tescilli marka sayısı 810, tescilli tasarım sayısı bin 250 olarak kaydedildi.


Türkiye’de Ar-Ge’ye liderlik, kamu ya da üniversiteler değil, özel sektörün elinde. Ar-Ge ve tasarım konusunda ülkemizin henüz yolun başında olduğu söylenebilir. 18 Eylül 2019’da yürürlüğe giren “Teknoloji Odaklı Sanayi Hamlesi Programı Uygulama Esasları Tebliği” ile Türkiye’nin ulusal seviyede teknolojiye her düzeyde hakim olmasının yol haritası belirlendi. Daha iyi bir gelecek için ulaşılması zorunlu olan bu hedef doğrultusunda, kamu ve özel tüm kaynakların en doğru şekilde kullanılması için her kesime büyük sorumluluk düşmektedir.


Devletin son yıllarda Ar-Ge teşviklerini ciddi miktarda arttırmış olması, Türkiye’nin yüksek teknolojiyi geliştirme yolunda bu kez başarılı olacağına dair umutlarımızı güçlendirmektedir.


Kaynak:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/yuksek-teknoloji-ve-orta-gelir-tuzagi/484295



Ar-Ge’ye harcadığımız 8 milyar dolar ne ifade ediyor?

 Geçtiğimiz günlerde TÜİK, 2019 yılı Ar-Ge istatistiklerini açıkladı. Türkiye, 2019'da Ar-Ge’ye toplam 8,1 milyar dolar harcamış. 10 yıl içerisinde Türkiye'nin Ar-Ge harcamasının GSYH içindeki payı yüzde 0,8'den 1,06'ya çıkmış. Önemli olan detaylardan birisi, Ar-Ge harcamasını kimin yaptığı. Yıllardır özel sektörün Ar-Ge'ye kaynak ayırmasının önemini konuşuyoruz. İyi ülke uygulamalarında şirketlerin Ar-Ge harcamasının toplam Ar-Ge harcamasının yarısından fazlasını oluşturduğunu görüyoruz. Türkiye'deki Ar-Ge istatistiklerinde gördüğümüz güzel haber: 2019'da toplam Ar-Ge harcamasının yüzde 64'ünü şirketlerin yapmış. 10-15 yıl içerisinde bu pay önemli şekilde değişti. Peki bu değişim şirketlerin Ar-Ge'ye gerçekten ilgi-ihtiyaç duyması ve kaynak ayırması sayesinde mi oldu? Eğer öyleyse 15 yıl içinde artık şirketler tarafındaki ticarileşen Ar-Ge çıktılarını ve bunun verilere yansımalarını görmemiz gerekir sanıyorum. İnovasyonu ve inovasyon ekosistemini değerlendirirken tekrar tekrar hatırlamamız gereken: Ar-Ge harcaması inovasyon için girdidir ve girdileri değil çıktıları ölçmek daha anlamlıdır. Buradan şirketlerin Ar-Ge harcamasındaki payına dönersek, son 15 yılda Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, TÜBİTAK, KOSGEB gibi kamu kurumlarının şirketler kesimine yönelik destekleri önemli şekilde arttı. Bu desteklerle Ar-Ge altyapısı kurmanın, Ar-Ge Merkezi açmanın yanında, şirketler Ar-Ge projeleri yazarak hibe almayı öğrendiler ve geliştirdiler. Ar-Ge projesi desteği alan şirketlerin sayısı 15 yıl içinde neredeyse 10 katına çıktı. Bu destek programları ve hibeler Türkiye'deki toplam Ar-Ge harcamaları içinde şirketler kesiminin payının artmasını tetikledi. Girdiler açısından bakarsak güzel de oldu. Şirketlerin payı açısından örnek olarak gösterilen ülkelere yaklaştık. Bu eğilim dünyada da benzer şekilde ilerledi. Son 10 yıldaki küresel verilere bakarsak, şirketlerin Ar-Ge harcamalarının büyüme oranının, toplamın ve diğer bileşenlerin büyüme oranlarının hep üzerinde olduğunu izliyoruz.


Peki Ar-Ge çıktıları, bunların ticarileşmesi ve ihracat gibi göstergelere yansıması ne zaman nasıl gerçekleşir? Önce TÜBİTAK'ın son birkaç yılda özellikle şirketler tarafında ticarileşme odağını benimseyerek araçlarını ve programlarını yenilemesinde olumlu gelişmeler olduğunu belirteyim. Umarım bunlar sonuç odaklı ve iyi bir izleme-değerlendirme sistemi ile önümüzdeki yıllarda Ar-Ge çıktılarına yansıyor olacak. Fakat bir yandan da Türkiye'nin yıllar içinde çok da değişmeden Ar-Ge'ye 8 milyar dolar harcayabildiğini görüyoruz. Bu ne demek? Bununla neler yapılabilir bir hatırlayalım mı? Milli uçak mı, milli otomobil mi, milli ilaç mı yoksa hepsi mi? 8 milyar dolar hepsine yeter mi?


Daha önce de benzer karşılaştırmalar yapmıştım, bunların sadece girdi olarak düşündüğümüzde Ar-Ge harcamasının seviyesini görmek olduğunun altını çizeyim önce. Dünyada Ar-Ge'ye en fazla kaynak ayıran şirketlerden Amazon 23 milyar dolar Ar-Ge harcaması yapıyor. Yine üst sıralarda olan Volkswagen 16 milyar dolar harcıyor. Roche, 11 milyar dolar harcıyor. Yani günün sonunda 8 milyar dolarlık Ar-Ge harcaması söz konusu olduğunda yine karşımıza akıllı uzmanlaşma kavramı çıkıyor. Türkiye'nin kaynak kısıtını da göz önünde bulundurarak odak belirlemeden, seçim yapmadan Ar-Ge girdilerini çıktılara dönüştürmesi çok zor. Rekabet gücümüzü artırabileceğimiz alanlarda öncelik belirleyip o önceliklere özel tasarlanmış araçlarla altyapı, insan kaynağı, Ar-Ge harcaması gibi girdilerimizi değere dönüştürmeye odaklanmak gerekiyor.


Kaynak:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/ar-geye-harcadigimiz-8-milyar-dolar-ne-ifade-ediyor/488318